Ak Parti hükümetini bugünlere taşıyan ve yüzde 50 oranında toplumun desteğini almasını sağlayan temel etkenlerin başında kuşkusuz militarizmin vesayetine karşı gösterdiği direnç, direncin bütün Türk milleti tarafından satın alması, Kürt meselesinde attığı cesur adımlar, ekonomide gerçekleştirdiği reformlar ve Uluslar arası egemenlerin de desteğini almasıdır.


Erdoğan'ın hiç beklemediği bir anda adeta canevinden vurularak yapılan 17 Aralık operasyonu Ak Parti ve hükümetini sersemletti, afalattı ve ne yapacağını bilemez duruma getirdi.


Operasyon yapıldığında Erdoğan krizden çok daha güçlü çıkma olasılığı varken devreye giren derin devlet aklı Erdoğan'ı yanılttı ve tekrar onu militarizmin kucağına itmeye çalıştı. 11 yıldır elde ettiği bütün kazanımlarını adeta bir çırpıda yok etmeye çalıştı.


Bütün partnerlerini kaybetme pahasına Ergenekoncu ve Balyozculara sarılması onu dönüşü olmayan bir uçuruma doğru götürüyor.


Kapalı kapılar ardında kararlaştırılan politikalar Yalçın Akdoğan üzerinden kamuoyuyla paylaşılan “Türk Ordusuna Kumpas Kuruldu” tespiti öyle sanıldığı gibi Akdoğan'a değil Erdoğan'a aittir. Bülent Arınç her zamanki gibi denge kurma görevini yerine getirmeye çalışıyor. İyi polis-kötü polis rolünü iyi yapar Arınç.


Laikliklik ve Atatürkçülük üzerinde nemalanan CHP ve mütefikleri el ovuşturmaya devam ediyor, Cemaatleri yanlarına çekmek için her türlü tuzağı hazırlıyorlar. Hata üstüne hata yapan Erdoğan'da tuzaklara düşmeye devam ediyor.


Hiç bir zaman gerçek anlamda laik bir rejim olmayan Türkiye Cumhuriyeti özellikle Atatürkçü aydınlar ve resmi tarih tarafından dünyanın ilk ve tek laik ülkesi olarak gösterilmesi de yalanın danıskasıdır. Tarihe baktığımızda sadece islam ve Türk dünyasının ilk laik ülkeleri 1917 Sovyet devrimiyle kurulan Orta Asya devletleri, Azerbaycan gibi ülkelerdir.


1925 yılında şeriat mahkemeleri kapatılmıştır. 1924 yılında Tevhidi Tedrisat kanunu çıkarılmış, medreseler önce Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış sonra da kapatılmıştır. Yerine okullara zorunlu din dersi konulmuş ama bu dersler de sonradan kaldırılmış, yerlerine kuran kursları açılmıştır. Bu tedbirlerle eğitim dini ögelerden esas olarak arındırılmıştır.


Şeyhülislam 1922 yılında saltanat kaldırıldığında padişah ile birlikte yurtdışına kaçmıştır. Böylece bir zamanlar padişah ve sadrazamdan sonra üçüncü kişi durumunda bulunan, medreselerin, şeri mahkemelerin, vakıfların kendisine bağlı bulunduğu şeyhülislam da tarihe karışmıştır. Ayrıca bu adımlar Tanzimat ve Meşrutiyet süreçlerinin birikimleri, deneyimleri üzerinde atılabilmişti.


Cunta Rejimi ve onun yılmaz savuncusu CHP güya bir yandan laik adımlar atarken, demokratik güçler, Kürt ulusal hareketi, bütün inanç grupları üzerinden silindir gibi geçmiştir. Acımasızca her türlü zulmü ve adaletsizliği yapmıştır.


Bütün Cemaatlere ve Kürtlere karşı kumpas üstüne kumpas kurmuştur.


Yani laiklik sopası egemen sınıfların elinde her tür muhalefete karşı kullanılan bir sopaya dönüşmüştür. CHP ve Şefi İnönüye göre; Kürt hareketleri dinci ve gericiydi, şeriatı ve halifeliği getirmek istiyorlardı.


Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası dini siyasete alet ediyor, dini gericilik yapıyor bahanesiyle kapatıldı. M. Kemal 1930 yılında kendi kurdurduğu Serbest Fırka’yı bile irticacı diye kapattı. Cuntanın eliyle; laiklik adına sivil bütün dini örgütlenmelerin, dini ünvanların yasaklanması, giyim kuşama bile yasaklar getirilmesi ve inançlı insanlara yönelik işlenen bütün hak ihlalleri aslında cuntanın ne kadar da zalim olduğunun bir göstergesidir.


Eylül 1929’da Arapça ve Farsça derslerin okullardan kaldırılması, kurs açıp Arapça öğretmenin yasaklanması, Türbe ziyaretlerinin yasaklanması, Hacca gitmenin fiilen engellenmesi de (döviz vermede güçlük çıkartılıyordu) benzeri hukuk ve ahlak dışı uygulamalar haklı olarak dindar kitle tarafından İslam düşmanlığı, din düşmanlığı olarak algılandı.


Eski yazının ve Arapça’nın yasaklanması Türkiye’nin kültür ve bilim hayatına da darbe vurmuştur. Bir alfabenin, bir dilin veya dillerin yasaklanmasının ilericilikle, devrimcilikle, laiklikle yakından uzaktan asla bir ilgisi olamaz. Bu yasaklar daha çok genç nesilleri geçmişlerinden ve köklerinden kopardı. Bir günde insanlar alim sınıfından cahil sınıfına sokuldu.


Yani bir günde koca bir millet tek kelimeyle cahil oldu.


Cuntanın uyguladığı yasaklarla, uygulanan baskılarla ne dinler, ne farklı inanç grupları, ne de dini örgütler ortadan kalkmadı. Tam tersine bugün cemaat dediğimiz yeni oluşumların da temelleri atıldı. Nurcular, Süleymancılar tek parti döneminde oluştular. Daha sonra Işıkçılar, İskenderpaşa Cemaati ortaya çıktı.


1970’lerde Cemaatlerin içinden tevhidi anlayış dediğimiz yeni anlayışlar ortaya çıktı. Cemaatler de siyasi güce dönüştüler. Partileştiler, gençlik ve kadın örgütlerini, mahalle örgütlerini kurdular. Gazeteler, dergiler çıkarmaya başladılar. 1990’lı yıllar da Fethullah Gülen hocanın hareketi çok daha güçlü bir şekilde her alanda güçlü olmaya başladı.


Cuntanın eliyle kurulan PKK, dünyadaki en büyük hak mücadelesinin dağlarda değil de üniversite kampüslerinde olduğunu unutarak daha çok Kürt ve Türk halkına kan kusturdu. Oysaki hak mücadelesini üniversite kampüslerinde vermiş olsaydı bu kadar kayıp ve geride kalan milyonlarca insan olmazdı.


Ak Parti bir iki istisna dışında genel olarak cemaatlerin değil, Gülen hareketinin desteğiyle ve aydın kadroları sayesinde kuruldu. Diğer büyük cemaatler başlangıçta Ak Parti'ye, Gülen’e de karşıydılar.


Türkiye’deki hastalığın nedeni, sorun yaratan örgütlenme bence Gülen hareketi değil. Sorunu yaratan Ak Parti içindeki çürük çekirdeklerin Erdoğan'ı yanlış yönlendirmeleridir.


Ak Parti veya Erdoğan partnerlerine “yeter artık gidin” diyor ve onların bu emre kuzu kuzu uymalarını istiyor.


Unutulan asıl şey: Erdoğan'ın kendisinin bir Kumpasın içinde olduğudur...