Afrika'nın 'yükselen gücü!' yani 'Neoliberalizmin' gözde coğrafyası Güney Afrika'dan çağdaş güvenlik devletinin dehşet saçan barbarizm görüntüleri gelmişti...

19 yıl önce ulusal demokratik devrimle ırkçı rejimi alaşağı etmiş ülkede birbiri üzerine yığılmış 38 maden işçisinin cesetleri yükseliyordu.
Ve biraz ileride beyaz sömürgeci yönetimin direktifleriyle sokaklarda siyahlara kurşun yağdıran emniyet güçleri, bu defa 'siyahi kadrolarıyla' yerlerini almıştı.

Sermaye çıkarları söz konusu olunca yeni kapitalizm, Güney Afrika'da 100 yıl süren özgürlük mücadelesini birbirini kıyasıya kıran siyahların görüntüleriyle içten çürütüyor ve sanki asırlık intikamını alıyordu.

Bu gaddar katliamın ardından Marikana platin madenini işleten Lonmin şirketi, bir hafta önce ücretlerinin artmasını isteyen 3000 işçinin başlattığı grevde 15.000 ons platin üretimini kaybettiklerini ve bu yılki üretim hedeflerine ulaşamayacaklarını açıkladı.
1960 yılında Sharpeville'de polisin siyahlara ateş atması sonucu 60 kişinin öldüğü ve yüzlercesinin yaralandığı Sharpeville katliamında o zamanlar öğrenci lideri olan, eski devrimci yeni liberal Cumhurbaşkanı Jacob Zuma, 'bu manasız şiddetle şoke olduğunu' söylerken, polis şefi kendilerini korumak için 'maksimum güç kullandıklarını' belirtmişti.

Sömürgeci ırkçı Apartheid dönemini Afrika Ulusal Kongresi  (ANC), Güney Afrika Komünist Partisi ve işçi örgütlerlerinden oluşan muazzam kitlesel mücadeleyle yıkarak 'demokrasiye' geçen Güney Afrika Cumhuriyeti, dünyanın en demokrat ve özgürlükçü anayasasını yaparak tarihe geçmişti.
Ama anlaşılan arkasına unutulmaz bir özgürlük mücadelesini alan bu eşitlikçi anayasa bile küreselleşmeye karşı koyamayacak düz ve güçsüz bir metindi.

Ve 1994'teki demokratik devrimin 'gökkuşağı ulusu ve kültürü' yaratma iddiası en eşitsiz, en adaletsiz ama 'finansal ekonomisi hızla büyüyen' ülkede emniyet güçlerinin taradığı ölü işçi yığınlarını işaret ediyordu.

1994 sonrası iktidara gelen 'özgürlükçü' Afrika Ulusal Kongresi küresel sermayeyle içli dışlı olup derin ittifaklara girerken Dünya Bankası'nın 'özelleştirme, esnekleştirme, kuralsızlaştırma' politikalarının itirazsız icraatçısı olmuştu.
Siyahlar ve kadim sermaye sahibi beyazların demokratik anayasadaki 'eşitlikleri', yeni 'kara elmas' adı verilen siyahi dar bir zümrenin zenginleşmesi ve 'profesyonelleşmesi' kadardı.

Nobel ödüllü post-modern halk önderi Mandela, 'Suyun özelleştirmesine' ön ayak olurken Güney Afrika'nın efsanevi işçi örgütlenmeleri çözülerek, neoliberal ekonomi tarafından yutularak, 'esnek-taşeron-sendikasız-kayıt dışı' lümpen kitlelere dönüşecekti.
Elbette ki ırkçılığın en vahşisi olan 'ezilenlerin ırkçılığı', yüzde 45 işsizlik ve yoksullukla kavrulan halk kesimlerinin Mozambik ve Zimbabve'den kaçıp gelen göçmen ve mültecilere karşı giriştiği kanlı katliamlarla kendini gösterecekti...

Geçmişin beyazlara karşı ırk ayrımcılığı savaşı veren ve özgürlük lideri Cumhurbaşkanı Jacob Zuma, koyu Zulu milliyetçisi kesilip, eşcinsel ve kadın düşmanı söylemlerle mülksüz ve yoksul on milyonlarca Güney Afrikalı'yı göçmen karşıtlığıyla örgütleyecekti.
Johanesburg, 'altın finans kenti' olurken kentsel dönüşüm projeleriyle teneke varoşlarından şehir dışına sürülen ezilenler, sürekli 'kriminalize' edilerek şiddet potansiyeli güçlü nüfuslar diye kodlanıyordu.

Güney Afrika'nın yoksullarına takılan bu 'modern' prangalar aslında bizim de hayli aşina olduğumuz otoriter neoliberal iktidar tekniğine aitti...
Batı ırkçılığının kapitalist zihnini mülklenmiş siyahi seçkin ve siyasetçilerin, golf sahası yaptırmak için en ezilenlerin varoşlarını buldozerlerle yıktırması da hayli tanıdık değil miydi?


(Akşam gazetesinden alınmıştır)