Öncellikle Cumhuriyetin kurulmasında, Doğu’dan Batı’ya kadar Cumhuriyetin bütün kazanımlarında kanıyla ve canıyla emek veren bütün merhumları rahmetle, minnetle ve şükranla yad ediyorum.

 

Cumhuriyet bayramı nedeniyle konuşulan yasaklar, Cumhuriyetin karizmatik komutanlarının emeği üzerine timsah gibi çuvallananlar ve dün gece tarihçi Ayşe Hür ve Hulki Cevizoğlu’nun televizyondaki tartışmaları görünce bunu yazma gereğini duydum.

 

Gördüğüm kadarıyla resmi ideolojinin görevlendirdiği ve görevleri tarihi gerçekleri saptırmak, karatmak ve kendi çıkarları uğruna parlatmak olan tarihçileri referans alan Hulki Cevizoğlu’nun yüreğini de kirletmiştir. Dersim, Zilan, İstiklal idamları ve bütün katliamları meşru, haklı ve doğru olarak göstermeye çalışması “aydın”, “demokrat” ve en önemlisi de” insan olma” sıfatıyla örtüşmediğini ifade etmek istiyorum

 

CHP’nin tarihinde hep Bizans oyunları olmuştur ve bu oyunlar tarih sahnesinde hep var olmuştur. Bunu görmezlikten gelmek ülke ve dünya kamuoyunu aldatmaktan başka bir şey değildir. Şimdiye kadar egemen ve militarist güçlerce hep aldandık, aldatıldık ve sefilliğe mahkum edildik. Kendi kendimizi yönettiğimizi sandık, oysaki hiçbir zaman biz demokrasinin “d” sinden bile faydalanamadık.

           

CHP’nin ve onun ideolojisi olan Kemalizmin gölgesinde hep figüran gibi sandık başına gittik, seçtiğimizi sandık ama meğerse seçtiklerimizi de başkaları bizim adımıza seçiyormuş ve buna da demokrasi oyunu demekten başka diyecek söz bulamıyorum.

 

            Toplumsal süreçlerin ve değerlerin kimin tarafından isimlendirildiği de önemlidir. Söylemin sahibi genellikle iktidarında sahibidir. Gerçeği gizleme aracı, ifadenin gücü, iktidarında gücü ve varlık nedenidir. Hem zaten her türlü iktidarın varlık nedeni de “ifade” ve reel arasındaki “boşluk”tan başkası değildir.

 

            İfadenin sahibiyle muhatabı arasındaki ilişki, daha baştan hiyerarşik bir ilişkidir. “ifade”nin kendisinden “kimin ifadesi” olduğu önemlidir. İşte gerçek bilimsel-entelektüel çabanın misyonu, bu tersliği teşhir etmektir.

 

            Bilindiği gibi 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunundan başlayarak, tüm anayasaların başlangıç bölümünde “hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” maddesi yer alıyor. Ne yazık ki Cumhuriyet tarihi boyunca, bırakın halkın egemenliğin sahibi olmasını, egemenliğin yakınına bile yaklaşamadı, yaklaştırılmadı. Yani bizim Diyarbakır’lıların deyimiyle zırnık bile koklatılmadı.   

 

            Egemen güçler ve CHP militarizmine göre, Anayasa da öyle yazılıyor diye, öyle olması gerekmiyordu. Egemenliğin arkasında başkaları vardı. Peki ne yaptılar bu egemenler? Minareyi çalan kılıfını da uydurmaz mı? Uydurur. Bizim eski Bakanlardan Salih Sümer’in bürokrata “uymasa da uydur” dediği gibi. Bu maddenin anlam taşıyabilmesi için, söz konusu anayasaların halkın eseri olması, arkasında halkın iradesinin bulunması, oradaki sözün “halkın sözü” olması gerekirdi.

 

            1924, 1961 ve 1982 anayasaları cunta anayasaları idi ve asıl maksat halkı “oyunun dışında” tutmaktı. 1982 cunta Anayasasının 2.maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” deniyor.

 

            Oysa dünya ölçeğinde bunun reel bir karşılığı yoktur. Nasıl ki gerçek dünyadaki reel kapitalizm burjuva ekonomi ve iktisat kitaplarında yazılanlardan farklıysa, nasıl ki reel sosyalizm de, yaygın sosyalizm anlayışından farklı ise, aynı şey “Atatürkçülük” veya “Kemalizm” içinde geçerlidir.

 

            Aynı şekilde bugün CHP, Kemalizm ve Kemal Kılıçdaroğlu içinde geçerlidir. Peki Atatürkçülük nedir? Geçmişte dillendirilen üç tanımı vardır.

 

1- Tam bağımsızlıkçı, anti-emperyalist dolaysıyla mazlum halklara kurtuluş ilham eden bir öğreti olduğu.

 

2- Atatürkçülük’ün bir modernite ve aydınlanma devrimi olduğu,

 

3- Cumhuriyet Halk Parti’sinin 1931 kongresinde kabul edilip 1937’de anayasa hükmü haline getirilen ünlü altı ok yani; Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, İnkılapçılıktır.

 

Ancak ortada bir tutarlığı olan ve bütünlüğü olan, bilinen anlamda bir Atatürkçülük yoktur. Uygulamalar, sonradan “teorileştirme”, “adlandırma” zorlaması söz konusudur. Zaten Mustafa Kemal’in söylev ve demeçleri dışında ideolojik-teorik bir bütünlük oluşturacak, iç tutarlığı olan teorik değerlendirmeleri de yoktur.

 

Bu nedenle Atatürkçülükten çok Atatürkçülerden söz etmek daha uygun olur. Atatürk’ün “Büyük Nutuk” da esas itibariyle politik bir metindir. Çünkü; 1919-1927 arasında olup bitenlerin kendi açısından bir değerlendirmesidir.

 

İşte en başta ifade ettiğim gibi resmi tarihçilerin yaptıkları karartmak ve parlatmak görevi devreye girmektedir. Tarih yazıcıları tarafından eleştiriye tabi tutmadan “mutlak hakikat” saymaları da, ayrı bir talihsizliktir.

 

Mustafa Kemal 1927 Ekim ayında başkanı olduğu CHP’nin Kurultayında bu Söylevi söylemiştir. Bunun nedeni de; Milli Mücadelenin tüm kazanımlarını kendine mal etmek, o süreçte etkili olmuş karizmatik komutanların ve şahsiyetlerin rolünü küçümsemek, muhalefetin her türlüsünü neden ezdiğini gerekçelendirmektir.

 

Örneğin Mustafa Kemal’in Nutuk’ta söylediği ilk söz. “1313 (1919) senesi Mayıs’ın 19’unda Samsun’a çıktım.” Çıktığı doğru ama tamamını yansıtmıyor ki.

 

Burada gerçek şu ki; “1313 (1919) senesi Mayıs’ın 19’unda bana çok geniş yetkiler veren bir Padişah buyruğuyla (Hattı Hümayun) ve önemli miktarda ödenekle (100 bin Osmanlı Lirası) Anadolu’ya geçmek üzere Samsun’a ulaştım” demesi gerekirdi. Çünkü ittihatçılar direnişi 19 Mayıs’tan aylar önce başlatmış bulunuyorlardı.

 

Bir başka şey Mustafa Kemal 1934 de çıkarılan soyadı kanunuyla Atatürk soyadını almadan önce Kemalizm ve Kemalistler kavramı kullanılıyordu. Atatürkçülüğün kullanılması o tarihten sonradır. Ama ikisi arasında fark yoktur. Sonuç da ikisi de aynı kişinin adıdır.

 

Bağımsızlık nedir? Eğer bağımsızlık için bir bayrak, bir milli marş, uluslar arası hukuk tarafından tanınmış belli sınırlar ve bir devlet başkanı yeterli sayılırsa, bağımsızlığı biçimsel bir “siyasi bağımsızlığa” indirgemek olur ki, bu kadarı gerçek anlamda bağımsızlık için yeterli değildir.

 

Bir ülkenin bağımsızlığı veya bağımlılığı, sadece siyasi düzeyi angaje eden bir olgu değildir. Bağımlılık, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel-ideolojik, entelektüel ve etiği kapsayan bir “bütünlüktür”.

 

Bu gerçeği yok saymak için karşılıklı bağımlılıktan çok söz ediliyor ve bilinçli olarak bağımlılık durumunun tartışılması ve anlaşılması engellenmek isteniyor. Eşitsiz ilişki, hakimiyet ve sömürü ilişkisi geçerliyse karşılıklı bağımlılık fiyaskodur.

 

Kapitalistle işçi arasındaki ilişki bir hakimiyet sömürü ilişkisidir. Çünkü oradaki asıl bağımlılık, karşılıklı bağımlılık değildir. İşçi doğrudan kapitalist patrona bağımlıdır. O nedenle örneğin Türkiye ile Amerika arasındaki ilişki karşılıklı bağımlılık ilişkisi değildir.

 

Eğer bir devletin dış ilişkileri içerinin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmişse, orada gerçekten karşılıklı bağımlılıktan söz etmek mümkündür ancak bunun tersi olduğu durumda, birinin diğerine bağımlılığından, eşitsiz ilişkiden söz etmek mümkündür.

 

Örneğin Lozan Barış Antlaşmasıyla Türkiye, Osmanlı döneminin borçlarını ödemeyi kabul etti. Bu borçları 1951’ kadar da ödedi. Yani yıkıldığı söylenen “eski rejimin” borçlarının “yepyeni” olduğu söylenen bir rejim tarafından üstlenilmesi, sadece bağımlılığın devam ettiğinin değil, “eski rejimden” gerçek anlamda bir kopuş olmadığının, “yeninin” “eskinin” devamı olduğunun da göstergesidir.

 

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin 1928 yılına kadar gümrük vergilerine dokunulması engellendi. Cumhuriyeti’nin donanmasının da boğazlara girmesi yasaklanmış ve bu durum 1936 yılına kadar devam etti.

 

Amerika ile yapılan ikili anlaşmalarda (1947-1948) Türkiye bir Amerikan uydusu haline geldi. Üsler verildi. NATO’ya girdi, Kore’ye asker gönderdi. Ekonominin yönetimini IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve bunun gibi kuruluşlara bırakıldı.

 

Yani Türkiye’de Atatürkçü olduğunu söyleyen rejim artık bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara ve onların sorunlarına karşı yabancılaşmış durumdadır. CHP’nin tarihinde hiçbir zaman halkla yakınlaşma olmamıştır ve bundan sonra da olamaz.

 

Şimdi egemen resmi ideoloji bu durumu “ulusal çıkarların” bir gereği sayıyor. Hiç şüphesiz ki neyin “ulusal çıkar” ve neyin “ulusal çıkar olmadığına” kendileri karar vermek koşuluyla.

 

Atatürkçülüğün “anti-emperyalistliği” sonradan uydurulmuştur. Bir defa Osmanlı İmparatorluğu Birinci emperyalistler arası savaşta (1914-1918) taraftı. Savaşta yenik düştü ve imparatorluk çöktü. Savaşın bitiminden 1923’deki Lozan Antlaşmasına kadarki dönem, esas itibariyle diplomatik bir süreç ve İngilizlerin teşvikiyle Batı Anadolu’ya çıkan Yunan ordusuna karşı sınırlı bir savaştı.

 

Türkiye’de anti-emperyalist bir duruşun olduğu dönem 1961’lı yılların ikinci yarsından 1980’e kadarki dönemdir. 1971 ve 1980 Amerikancı askeri cuntaları o dönemdeki antiemperyalist hareketi ezmek üzere yaratılmıştı.

 

Garip olan bir şey daha var, o da şu; şimdi bazıları emperyalizmin 1919 sonrasında kovulduğu ama 1950’den sonra geri geldiğini söylüyorlar. Oysa geri gelmesi için kovulması gerekirdi ve öyle bir şey asla söz konusu olmadı.

 

Galiba bu dünyada bir devlet ideolojisi olan Atatürkçülük’ün ezilen halklara kurtuluş yolunu gösterdiği, sömürge hakların kurtuluş davasına ilham kaynağı olduğu söyleminden daha büyük bir yalan yoktur. Türkiye’de rejim hiçbir zaman “büyük devlet” kompleksinden kurtulamadı.

 

Hiçbir dönemde sömürgeci-emperyalist devletlere karşı sömürge halklarının özgürlük mücadelesini desteklemedi. Türkiye 1948 yılında emperyalizmin bölgedeki uzantısı olan Siyonist İsrail’i ilk tanıyan ülkedir. Ne yazık ki 60 yıldır Filistin halkına yönelik katliamlarında da büyük payı vardır.

 

Üçüncü dünya halklarının tarih sahnesine çıkışının simgesi olan Bandug Konfreansını sabote etmek için büyük çaba harcadı. 1956’da Mısır’da karizmatik Lider Nasır’ın Süveyş Kanal’ını millileştirmesiyle çıkan çatışmada açıkça İngilizlerin ve Fransızların safında yer aldı.

1962’de BM’de Cezayir’in bağımsızlığının onaylandığı oturumda Fransa lehine oy kullandı. Körfez savaşında Irak’ta koalisyonda yer aldı.

 

1923’de bir anayasal monarşi olan rejimin bir darbeyle ortadan kaldırılması ve devletin adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesi, sanıldığından çok daha az önemliydi. Çünkü hiçbir temel sorunla ilgili bir yenilik söz konusu değildi. Burada taşlar da yerinden oynamış değildi. Yönetenler yine aynıydı ve toprak sahiplerinin konumu Cumhuriyet ile daha da pekişti.

 

Topluma modernite olarak sunulan şey, kapitalist teknolojinin ürünlerine sahip olmak, Avrupa’dan yasa, kurum, kural, giyim-kuşam ithal etmek idi.

 

Burada şunun altını özellikle çizmek istiyorum. İnsanlar tarihlerini yapar, insanlar tarihlerinden sorumludur anlamındaki modernite, kişi kültünü, kişiye tapınmayı dışlamak durumundadır.

 

CHP’nin sarıldığı oklardan biri de “halkçılık”tır. Atatürkçü halkçı söylemi, rejime halk katından ‘yandaşlar’ edinme girişimiydi. Yönetici kliniğinin bir kuruntusuydu. Emekçi halkla rejim arasındaki ilişkinin yönü, halktan rejime doğru değil, rejimden halka doğruydu.

 

Bir ilişkinin tersliği söz konusuydu ve bu ilişki halende CHP tarafından yürütülmektedir. Yani hükümet halk için değil, halk hükümet içindir” anlayışın egemenliği devam ediyor.

 

Eski şarabı yeni şişeye koyarak topluma ve halk yığınlarına servis yapan CHP’nin gecekondu açılımları, alevi açılımları, Kürt açılımları ve çarşaf açılımlarının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Hem rejimin adını Cumhuriyet koyup hem de cumhuru (halkı) dışlayan bir siyasal hareketin Türkiye halkına ve Türk milletine vereceği hiç bir şey olamaz.

 

Eğer gerçek Atatürkçülüğü tanımlamak gerekirse; bana göre kim güçlüyse, aracın direksiyonunda kim varsa, Atatürkçü odur. Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir. NATO’culuktur. Kore’ye, Somali’ye, Afganistan’a asker göndermektir.  Bağnaz milliyetçiliktir. Devleti kutsamak, halkı kurda kuşa teslim etmektir. IMF’ciliktir.

 

Halkın kaderini çok uluslu denilen şirketlerin insafına bırakmaktır. Cuntacılıktır, militarizmciliktir. Aydınlanmanın ve demokratikleşmenin önünü kesmektir. Postmodern darbe yapmaktır. Özgürlük ve demokrasi fobisidir. İç ve dış düşmansız yaşayamamaktır.

 

Farklı düşünenleri hain, muhalifleri düşman saymaktır. Kürt varlığını inkarı etmek, kukla partilerle halkı oyalayıp demokrasi oyununu oynamaktır. Susurluktur, Şemdin’lidir, Güçlü Konaktır ve Diyarbakır zindanlarıdır.

 

Kürt olduğunu dahi söylemekten korkan Kılıçdaroğlu’nun Türk ve Kürt halkına yönelik bir toplumsal barış projesinin ortaya koymasını ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ekonomik, siyasal ve sosyal refahın getirebileceğini düşünmek saflıktan öte bir şey olamayacaktır.

 

Daha önceki makalemde ele almıştım. Bitlis’li ve Kürt Hacı Reşit Ağa’nın oğlu İsmet İnönü; tarihte Kürt halkına yönelik en büyük katliamı gerçekleştirmiştir. 20 bin insanı idam etmekle birlikte toplam 70 bin insanın ölümünden sorumlu bir zattır.

 

İnönü hiçbir zaman Kürt olduğunu söylememiştir. Ta ki oğlu Erdal İnönü açıklayıncaya kadar, batı kamuoyu bilmiyordu. Bitlis’te İnönü ailesine, iddialara göre “Mala Uno” (Uno Ailesi) diyorlar.

 

Yine Bitlis’li İdris’in oğlu olan Ecevit’ de Kürt olduğunu ömrünün sonuna kadar sakladı. Rahmetli Abdulmelik Fırat bu iddiayı ortaya atınca, rahmetli Ecevit, ömrünün son yıllarında “evet öyle bir şey var. Babamın mezar taşı üstünde Kürt İdris yazılıyor” dedi. Ayrıca Ecevit’in şu tarihi sözü unutmamak gerekir “halklar yoktur, halk vardır.”

 

Gandi Kemal Kılçdaroğlu’da, malum Tunceli’li ve Kürt. Ama etnik aidiyetine yönelik kendisine sorulan soruları hep geçiştirmiş ve Kürt olduğunu söylemekten kaçınmıştır. Onur Öymen’le Dersim katliamına yönelik aralarındaki tartışma ise, sadece dostlar alışverişte görünsün tartışmasıydı.

 

Şunun altını özellikle çizmek isterim. Asla ırkçı ve faşist bir anlayışı benimsemedim, benimsememde. Çünkü ben Türk’ü, Kürd’ü bir yana bırakın bütün insanlığın kardeş olduğuna inananlardanım.

 

Mehmet Akif’in dediği gibi “hani ümmetin İslam idi, bu kavmiyet neden?” Yaşamım boyunca savaşa ve şiddete karşı durdum. Halkların kardeşliği, birliği, bütünlüğü ve bir arada kardeşçe yaşaması için mücadele ettim.

 

Sonuç olarak eğer biz Cumhuriyetin bütün cumhura yayılması ve hitap etmesini istiyorsak yalanlardan, dolanlardan, inkar ve asimilasyonlardan vazgeçeceğiz.

(www.diyarbakirhabermerkezi.com)