Dün internette gezerken, Hülya Avşar’ın programlarından birinde 17 yaşında Maraş’lı bir gençle yaptığı “mavrayı” az biraz izledim...

Kendini erkek olduğu için güçlü zannedip, aynı anda “iki kadınla aşk ilişkisi kurabileceğini düşünen genç”, Hülya’nın “nasıl yani” şeklindeki fiştek sorusuna “Ne de olsa erkeğiz biz” gibi şişinmesi bol komik bir cevap veriyordu...

17 yaşındayken ben de taze bir erkek olarak, kadınlar üzerinde iyi kötü bir etkim olacağını sanırdım...

İzlediğimiz filmlerden, yaşamın eşitlik arzulayan pencerelerinden, “erkek egemen toplum” aldatmacalarından, “üstün görünen!! erkeğe” karşı “eşitlikçi erkeklerden” sayardık kendimizi...

O yıllarda ve elbette ondan sonraki çok uzun yıllar boyunca, bir erkeğin bir kadınla hiçbir zaman eşit olamayacağını, kadının erkek beyin yapısından kat be kat üstün olduğunu bilmeyecektim...

***


Çoktan geçmişim “erkek egemen toplumu”, gerçekte varolan “kadının yönettiği bir dünyaydı ve kadınların yönettiği dünyada erkekler kendilerini yöneten o spesifik kadının oyuncağıydılar...”

İşin ilginç tarafı bu saf gerçeği, kadınların hepsi biliyor, buna karşın erkeklerin hiçbiri bilmiyordu...

Ancak kadınlar bunu açık etmiyorlardı...

Kadınlarla, erkeklerle olduğundan daha fazla samimiyet yaşamaya başladığımda, arkadaşım olan kadınlardan bu itirafları dinlemiştim...

Bir kadın hiçbir zaman karşısına çıkan erkeğin koordinatlarına bakmıyordu...

Erkeğin çevresinde hangi kadınlar var ona bakıyordu...

Biliyordu ki, erkeğin koordinatları tek başına bir kadın için hiçbir şey ifade etmiyor...

Bir kadın için ifade edecek tek şey öteki kadın ve çevresindeki potansiyel kadındı...

Kadınlar erkekleri yönetiyorlar ve görünmez savaşı “erkekleri üzerinden kadınlar yaşıyorlardı...”

***


Bu gerçekleri anladıktan kısacık bir süre sonra, ikiz çocuklarım oldu...

Kaderin cilvesine bakın ki, ikizlerin biri erkek, diğeri kızdı...

Biyolojik çocuklarımdı...

Anne ve baba aynı olduğuna göre, aynı genetik mirastan geliyorlardı...

İki ayrı odada, iki ayrı evde aynı zamanlarda, aynı anneyle aynı babayla, aynı oyuncaklar, televizyonlar ve kanallar arasında hayatı paylaşıyorlardı...

Girdikleri havuzdan, oynadıkları oyun parkına kadar herşeyleri aynıydı...

Sonuçta ikizdiler...

Tek farkları, biri erkek, diğeri kızdı...

Benim için doğal bir laboratuvardılar...

Erkek ve kadın arasındaki farkı, daha bebeklikten itibaren çözebilecek bir “canlı laboratuvar...”

***


İlk farkettiğim Poyraz’ın ağladığında “gerçekten üzülmüş, sıkılmış, canı yanmış ve mutsuz olmuş bir ruh halinde” olmasıydı...

Poyraz’ın ağlaması “sahici bir ağlama durumuydu...”

Ağlanacak duruma ağlıyordu Poyraz...

Mina da ağlanacak durumlara ağlıyordu elbette...

Fakat Mina ağlanmayacak durumlara da ağlıyordu...

Küçük kızım bebekliğinin ilk günlerinden itibaren, erkek kardeşinin aksine “ağlamaya” bir üzüntü ve canı yanmışlık vesilesi olmanın ötesine taşımıştı...

Mina için ağlama, aynı zamanda karşısındakine isteklerini yaptırmanın bir silahıydı...

Zaman zaman ağlayarak ilişkilerini “yönetiyordu küçük kızım...”

Oğlumun ağlama üzerinden ilişkilerini yönetmeyi düşenmek bir kenara, ilişki yönetmek gibi bir derdi bile yoktu...

O isteklerini söylüyordu sadece...

Saf ve nahif bir şekilde...

İlk ders şu olmuştu...

“Bir kadın elinde erkekle aynı olan enstrümanları, farklı amaçlarla ve geniş yelpazede kullanabilir...”

Bir kadın insani enstrümanları, her zaman bir erkekten kat be kat daha fazla kullanır...

Onların tüm etkileyici özelliklerinden sonsuz derecede yararlanır...

Erkek biraz da ilkel bir doğaçlamayla hareket eder...

Kadınsa kurmaca bir düzen oluşturur...

***


Kız da erkek de bebekler...

Seviliyorlar, sevilmek isteniyorlar...

İlgi üzerlerinde, onu her daim yaşıyorlar...

Kadın erkek farkları konusundaki ikinci dersimi burada verdi bana küçük çocuklarım...

Çağırdığınızda Poyraz kafasını çevirip bakıyordu...

Aklı başka yerde değilse, kafası başka birşeye takılmamışsa, ilgiye, sevgiye ve öpücüğe anında yanıt veriyordu...

Poyraz bir lokma gibiydi...

Her gören bir parça yutmak istiyor, yanağından bir parmak alıyordu...

Oğlum bu durumlardan gayet hoşnut olduğunu gösteriyordu gülümsemesiyle...

Bu sevgi ve ilgi hoş ve alımlı hanımlardan ve kendinden biraz büyük güzel kız çocuklarından gelirse, Poyraz’ın keyfine diyecek yoktu...

Mina’ya ise sempatiklik göstererek, yaklaşma umudu hemen hiç yoktu...

Kendini ağırdan satar, nalet davranır, ciyaklar ve kolay kolay kimsenin o güzelliğiyle haşır neşir olmasına izin vermezdi...

Kendini korumaya alırdı...

Bile bile kendisini sevdirmeyerek başkasına “eziyet” çektirebilirdi...

Küçük kızım, kendisini sevmek isteyen birisine “olamaz” diye bağırarak hiddetlenebilirdi...

Kendinde bu hakkı görüyordu, güzelliğini de bir silah olarak kullanabilirdi...

Nice bakıcılar “Mina’yı ikna edemeden” ayrıldılar evden...

Poyraz’ın ise bakıcılarla hiç sorunu olmadı...

Hepsini sevdi hepsi tarafından sevildi...

O bir erkekti...

Poyraz’la bu kadar yakın olan bakıcıların büyük çoğunluğu Mina için “seni cadı seni” tabirini kullandılar...

Elbette bakıcılar da birer kadındı ve kadınlar arasında “cadı tartışması” hiç bitmezdi...

Mina kendisine çok yakın bulmadığı, çok güvenmediği insanlara karşı, hala bir mesafe koyuyor...

İkinci ders şuydu:

Bir kadın karşısındakine güvenmeden hiç açık vermez ilişkilerinde...

Her zaman beyninin arkasında söylemediği birşeyler bulunur...

Buna karşın bir erkek saftır ve şeffaflığıyla durumunu anında ayan beyan eder...

Bir erkeğin, kadın karşısında oyuncaklı ve gizemli bir durumu yoktur...

Oysa bir kadın bir erkek tarafından hiçbir zaman tam anlaşılmaz...

Hep bir gizem ve koruduğu birşeyler vardır kadının söylediklerinin arkasında...

***


Üçüncü ders ise çok daha acıklıydı bir erkek olarak benim için...

Poyraz belirli zamanlarda Mina’ya sesine bir otorite tınısı ekleyerek “Mina” diye sesleniyordu...

Sesteki hafif yükseklik, Poyraz’ın Mina üzerinde kurmaya çalıştığı otoriteye ve onu uyarmaya yönelikti...

Kızım kardeşinin otorite tınısı esansındaki uyarılarını pek kaale almıyordu...

Ancak kızım hiçbir zaman Poyraz’a böyle tepeden “uyarıcı sesler” göndermiyordu...

Fakat buna karşın görüyordum ki Poyraz’ın gözü aslında hep Mina’yı aramaktadır...

Mina’ya göre davranmaktadır...

Mina, sesine hiçbir otorite tınısı yüklemeden Poyraz’ı yapacakları şeyler konusunda yönetmektedir...

Kız çocuğum erkek çocuğumu yönetmektedir...

Tıpkı kadınların her zaman erkekleri yönettikleri gibi...

***


Poyraz da Mina da anne baba sevgisi arıyorlar...

İkisi de anne baba ilgisini “en fazlasıyla” istiyorlardı...

İlgi görmedikleri, ya da ilginin diğerine yöneldiği durumlarda geçici küslükler yaşıyorlardı...

Ancak itiraf etmeliyim ki, “minik kızım yüzde 50-50’lik bir ilgiden kesinlikle hoşnut olmuyordu...”

En az yüzde, 60-40’lık bir ilgi ve sevgi oranını talep ediyordu...

Poyraz yüzde 50-50’ye razıydı...

Mina değil...

Bundan nasıl bir sonuç çıkartırsınız bilmiyorum...

Fakat Hülya’nın televizyonda mavra yaptığı 17 yaşındaki genç kardeşime söyleyebilirim ki, “ben yüzde 50-50 oranda ikiz çocukları idare edemiyorum... Kızım erkek kardeşine karşı yüzde 50’den fazlasını talep ediyor...”

Sen “tek başına büyük aşık havalarında iki kadını eşit aşkla idare edeceğini” iddia edebiliyorsun...

Ya kafana saksı düşmedi kardeş senin hiç...

Ya da sayı saymasını bilmiyorsun...