Şehit haberlerine neden üzüldüğümüzü hiç düşündünüz mü?

Ne zaman bir genç şehit düşse, haber bültenlerinde anında hayatına dair detaylar arz-ı endam eder. Hikâyesiz o er, şehit düştüğü andan itibaren bir sıla sahibi olur. Bir anne, yuva sahibi. Yakılan ağıtlar ve gözyaşları arasında o üniformanın bir insanı sakladığına tanıklık ederiz. Anlatılan hikâyede yürekler buluşur.

Savaştığı sürece onu 'insan' olarak düşünmemizi istemeyenler, üniformanın standartlaştıran konforuna sığınırlar. Ayrı bir dünyası, hayatı, kederi olan o insanlar aynı adın, aynı rengin, aynı homojenliğin parçası gibi gösterilirler. Bu açıdan bakıldığında üniforma, insanı yok etmenin, üzerini örtmenin mükemmel bir aracına dönüşür.

Bir insanın hikâyesini yok etmek istiyorsanız üzerine derhal bir üniforma geçirin. Farklılığını yok edin. Benzemenin güvenli kucağındaki geçici konfora bırakın.

Diğer yandan tıpkı insanlar gibi kelimeler de üniforma giyer. Kelimelerin üzerine geçirdiğimiz kalıplar az değildir. İnsanoğlu kelimelerin üzerini örtmekte hiçbir işte olmadığı kadar mahirdir.

Ama gelin görün ki, bir örtünün altında anlamını yitirmiş, insansızlaşmış kelimelerle yüreklerin kapısını aralayamazsınız. İsteseniz de bu mümkün olmaz. Klişe sözlerin hayatsızlığı bir kısır döngü içinde sahibini tüketir.

Hasan Cemal'in henüz yayımlanan 'Barışa Emanet Olun-Kürt Sorununa Yeni Bakış' kitabı bana bunları düşündürttü. Barışı yeniden hatırlamak, barışın üzerindeki üniformayı çekip almakla mümkün çünkü!

Hasan Cemal bu yüzleşmeyi kendisi için de itiraf olabilecek bir samimiyetle yapıyor. Büyük politik söylemler, iddialar yerine insan hikâyelerine eğiliyor. Gazetecilik hayatı boyunca emek verdiği, mesai yaptığı dağları, şehirleri tekrar tekrar dolaşarak can yakan soruların cevabını arıyor: 'Devlet nerede yanlış yaptı, kanın durması, silahların susması için ne yapılmalı?'

Daha önce de Hasan Cemal hakkında yazarken 'Kürtlerin ona duyması gereken gönül borcundan' söz etmiştim. En kritik anlarda, toplumun gerildiği, Kürtlere dair algının olabildiğince negatif seyrettiği zamanlarda Hasan Cemal, derin bir vicdani dürtüyle sahada olmayı seçmiş bir gazeteci. Ne zaman ki TSK, Irak Kürdistanı'na savaş tamtamlarıyla yürür, Hasan Cemal, Barzani'nin karargâhında alır soluğu ve teybi koyup, tam da kamuoyunun ihtiyaç duyduğu sözleri bulup çıkarır. 'Devlet kendi dağlarında yenemediği PKK'yı benim yenmemi nasıl bekliyor!' İyi niyeti belli eden düşüncelerin aktarılmasına vesile olur.

Hatırlarsanız yine çok kritik bir zamanda Murat Karayılan ile yaptığı röportajda Karayılan'ın 'Biz buraya piknik yapmaya gelmedik' cümlesini başlığa çıkarmıştı.

Aynı sorumluluk duygusuyla bu defa barışı irdeliyor. Tablonun yanlış yerleştirilmiş, eksik kalan kısmına yeniden bakıyor. Kendi eksikliğine de işaret ederek bir barış tartışması yapıyor.

Yaşlı bir Kürt kadının sözüne referansla hatırlattığı barışla, şiddetin gölgesinde kaybolan insan hikâyelerine bakmamızı sağlıyor.

Türkiye'de son dönemlerde yapılan çalışmalara baktığınızda, Güneydoğu'da son otuz yılda yaşanan şiddetin kilitlediği dilin nihayet çözüldüğünü görüyorsunuz. Toprağın altında kalan hikâyeler nihayet gün yüzüne çıkıyor.

Yakın tarihimizin acımasız propaganda çarkında kirlenen kelimeler üniformalarını sıyırıyor nihayet. Üzerine üniforma geçirilmiş 'barış' kavramı da belki bugünden sonra gerçekliğini bulacak. Toplumun buna her zamankinden daha çok ihtiyacı var çünkü.

Cemal'in gazeteci kimliğini en iyi yansıtan ne diye sorsalar, herhalde şu cevabı verirdim: Hasan Cemal, ele aldığı konu ne olursa olsun 'savrulmayan' bir gazeteci. Empati yaparken bile bu savrulmama halini koruması onu diğer meslektaşlarından ayırdı hep. Zaten gazeteci diye de ona deniyor.