Çapsız bir adam seviyesiz bir film yapıyor. İslam düşmanı, ırkçı, faşist bir film... Hâşâ Hazreti Muhammed'e (sas) hakaret ediyor. Ve bu film buzdolabına konuyor, bekletiliyor. Ne zamana kadar? 11 Eylül saldırılarının yıldönümüne kadar.


Aylarca internetin bir köşesinde duran pespaye film, nedense, bir anda popüler hale geliyor/getiriliyor. Üstelik nerede? Daha iç savaştan yeni çıkmış ve halen kendine gelememiş; dolayısıyla insanların aç bîilaç yaşamak zorunda olduğu Libya'da. Sanırsınız Libya'da insanlar, internet başında sabahlayıp YouTube'u takip ediyor...


İnternet takipçisi Libyalılar(!) protesto eylemlerine başlıyor ve Amerikan konsolosluğuna saldırıyor. İyi de protestocular tam o esnada Büyükelçi'nin Bingazi'deki Konsolosluk binasında olduğunu nasıl biliyor? Konsolosluğun gizli sığınağını hedef alan roketatar, büyükelçi ve yanındakileri vuruyor. Haydi, konsolosluğu bildiler; sığınağı nereden biliyor sokaktaki eylemci? Tam isabet! Planlı bir saldırı! Bir yandan Amerikan kamuoyunda büyük bir öfke meydana getiriliyor; diğer yandan saf bazı Müslümanları sokağa dökerek İslamofobi pekiştiriliyor.


Libya'dan sonra Mısır, Yemen, Sudan ve Lübnan'a sıçrayan bütün bu kanlı olayların Amerikan seçimlerinden 7 hafta önce olması tesadüf mü acaba? Bu planlı eylem olmasaydı Obama, "El Kaide liderini bertaraf eden Amerikan Başkanı" sıfatıyla seçimlere girecekti. Şimdi dünyanın dört bir yanında büyükelçiliklerine saldırı düzenlenen ve devlet görevlilerini teröre feda etmek zorunda kalan adam sıfatıyla seçime giriyor.


Filmi yapan (aslında bu saçmalığa film de denmez ama!) serseri kim? Yaptıklarına ve konuştuklarına bakarsanız cahil, provokatör, nefret suçu işleyen biri. Zaten şartlı tahliye ile bırakılmış bir mahkûm. 100 İsrailli bağışçıdan yardım aldığını söylüyor. Doğru mu bu? 'İsrailli işadamları' mutlaka buna bir cevap vermek zorunda. Amerika'da Kur'an yakmaya yeltenen bir papazla dost olduğunu söylüyor çapsız sinemacı. Kiliseler, bu küstah papaza ağzının payını vermek zorunda.


Peki, Müslüman ne yapmalı? Müslüman, her şeyden önce Müslümanca hareket etmek zorunda. Bu filmi planlayan her kimse bu filme verilecek tepkileri de planlayan odur. Aynen PKK saldırılarını planlayan ile o saldırılar sonrası kamuoyunda nasıl bir psikoloji oluşacağını mühendis edasıyla planlayanların aynı olduğu gibi. Adamlar hem İslam dünyasını geri kalmış, yakıp yıkan, şiddet yanlısı, kanlı bir imajla yeryüzüne pazarlıyor, hem de istedikleri siyasi sonuçları alabilmek için Batı'da yeni bir atmosfer oluşturuyor.


Kendisini imaj malzemesi haline getirmek için global operasyon yapanların maksatlarını göremeyen müminin basiretine de yazık, ferasetine de. Defalarca aynı tuzağa düşen Müslümanlar artık bir ders çıkarmak zorunda. Hazreti Muhammed Aleyhisselam'a dil uzatanlara tabii ki gereken tepki verilecek; ama mümin basiretiyle. Tuzağa düşmeyeceksin ve bileceksin ki mümin, ısırıldığı delikten elli kez sokulmaz. Karikatür provokasyonu da, Salman Rüşdi kışkırtması da Müslümanlara biçilen deli gömleğinin bir provasıydı. Şiddete başvurarak yapılan hiçbir tepki maksadına ulaşamıyor; tam aksine o gömleği size biçen delileri sevindiriyor...


Koyu bir fanatizm içinde yaşayan birileri İslam'ın yayılmasından, Müslüman nüfusunun Batı'da artmasından çok rahatsız. Hatta onca kara propagandaya rağmen İslam fobisine boyun eğmeyen Batılı siyasetçilerin demokratik yaklaşımlarından da nefret ediyor bu çevreler. Dünyada yeni bir öcü oluşturmak için İslam'ı hedef seçmiş durumdalar. Yeryüzünde büyük kitleler maalesef İslam'ı bilmiyor. Üzülerek kabul etmek zorundayız ki onların karşısına İslam'ı hakkıyla temsil edebilecek ve bu barışçı dinin evrensel mesajını taşıyabilecek çaplı insanlar da çıkmıyor.


Bazı güç odakları yeryüzünü iki kutuplu hale getirmek için düğmeye basmış durumda. Önce tahrik ediyorlar haince; sonra da tepkilerin cehaleti ve ölçüsüzlüğü üzerinden Müslümanları kara imajlara mahkûm ediyorlar. Oysa Müslüman, başkasının yazdığı senaryoda rol almaz, tahrikler karşısında aslî duruşunu bozmaz. Provokatörlere dünyayı dar etmenin yolu belli: Kendini doğrudan ve güzel bir üslupla anlatacaksın, inancını doğru temsil edeceksin, başkasının yazdığı senaryoda figüranlığını yapmayacaksın, demokratik ve hukuki yollardan hakkını arayacak, terbiyesiz adamlara yeryüzünü dar edeceksin... Ancak bu şekilde global operasyonun oyununu bozabilirsin.
 



12 Eylül darbe davası devam ediyor. Nedendir bilinmez; dava ağır ilerliyor. Darbeci paşaların mahkeme salonuna gelip gelemeyeceğine dair karar verilmesi bile aylarca sürüyor. Daha kötüsü, şu anki görüntüye göre mesele yaşını başını almış birkaç eski generale hasrediliyor. Bu çok yanlış bir tutum. Zaten epey bir zamandır bazı çevreler, "Darbelerde emir veren yargılansın, emir alanın suçu yoktur." diyor. Vahim bir yaklaşım. Darbe bir insanlık suçu olduğu gibi; aynı zamanda kriminal bir eylemdir. Emir alan kişi, "Benden talep ettiğiniz fiil kanun dışıdır." demeye mecburdur...


12 Eylül darbesinin yıldönümü münasebetiyle gazetelerde çok önemli haberlere imza atıldı. Gazetemize manşet olan Abdülkadir Yanık'ın hikâyesi tüyler ürperticiydi. Annesine işkence yapılınca dayanamayıp cinayetleri üstlenen Yanık, kafasına aldığı darbeler sonrası annesinin gözlerini kaybettiğini anlatıyordu. Yaşadığı acı hadiseyi Habertürk TV ekranlarında da tekrarladı. İnsanın içi kanıyor, yüreği parçalanıyor bu türlü hikâyeleri dinlerken. Bu nasıl insafsızlıktır, bu nasıl bir vahşettir ki devlet görevlisi bir kısım kişiler insanlara bu kadar kötü davranabilmiştir.


Abdülkadir Yanık, meselenin bam teline dokunuyor; ama yargı oradan yükselen acı feryadı duyuyor mu bilemiyorum. Diyor ki: "Tamam Kenan Evren ve arkadaşları da hesap versin ama Mamak Cezaevi Müdürü Raci Tetik nerede?" Sonra da işkencecileri tek tek ve isim isim sayarak, "Bu adamlar neden hesap vermiyor?" diyor.


Yerden göğe kadar haklı. Eğer 12 Eylül darbesini birkaç yaşlanmış generalin üstüne yıkıp bizzat işkence yapmakla suçlanan insanlara dokunmazsanız ne bu dosya kapanır; ne de yargılamanın adil olduğu sonucuna varılır. O darbede işkence yapanlar aramızda geziyor. Kimin nerede işkence yaptığına dair bir hayli bilgi bulunmakta. Kitaplar yazıldı, röportajlar verildi, hatıralar anlatıldı. Üstelik bazı mağdurlar mahkemeye müracaat etti, bazıları da başvuruda bulunmak için mahkemeden adalet adına bir işaret bekliyor. O dönemde işkence görüp hayatını kaybedenler, sakat kalanlar, geçirdiği büyük travmadan çıkamayanlar var.


Meçhul bir hikâye değil 12 Eylül'de yaşananlar. İşkence yapanların adı da belli, sanı da. Dava onlara uzanmadıkça yargılama yapılmış sayılmaz. İşkenceciye dokunmadan yapılan yargılama gerçekten 'sembolik' kalacaktır ve asla vicdanları rahatlatmayacaktır. İntikam davası değil bu! Bu dava vesilesiyle demokrasinin adalet sistemi üzerine oturtulması test ediliyor. Umarım herkes bunun farkındadır...
 


  • Arjantin mahkemeleri diktatörlük döneminde suç işlediği tespit edilen 14 subaya ömür boyu hapis cezası verdi. 1976 ila 1983 arasında 90 kişiye işkence yaptığı ve insanlık suçu işlediği iddiasıyla yargılanan sanıklar hafta içinde ömür boyu hapse mahkûm oldu. Kararın benzer davalara örnek teşkil edeceği söyleniyor. Demek ki aradan 38 sene geçmesine rağmen adalet, kanunsuz yollardan yönetime el koyup insanlara işkence yapanlardan hesap sorabiliyor. Hiç kimse de bu adli sürece intikam yakıştırması yaparak konuyu sulandırmıyor.
     
  • Bazen şiddetli tartışmalar bazı önemli ayrıntıların üzerini örtüyor. Mesela geçenlerde Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaptı, kelimesi kelimesine şöyle dedi: "Duyum (haber) ham bilgidir. İstihbarat ise teyit edilmiş bilgidir." Sonraki cümlelerde maksat daha net ifade ediliyor ve anlıyorsunuz ki TSK kendisine duyum ulaştırıp istihbarat ulaştırmayanlardan şikâyetçi. Doğru bir yaklaşım. Her kim üstüne düşen vazifeyi yerine getirmiyorsa terörle mücadele konusunda çok büyük bir vebalin altına giriyor demektir.
     
  • Şu Basın Konseyi'nin düştüğü duruma bakın. Hatay'a gideceksin, oradan içinde silah bulunan bir ambulans fotoğrafı paylaşacaksın ama o fotoğraf montaj çıkacak. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bunu net bir şekilde ortaya koydu. Konsey Başkanı Orhan Birgit, "Fotomontaj olup olmadığı beni ilgilendirmiyor." deyip canlı yayını terk etmeye kalktı. Cep telefonuna atılan bir fotoğrafı kamuoyuyla araştırmaksızın paylaşan ve basının 'etik ilkeleri'ni çiğneyerek asparagas bir haberle psikolojik harbe iştirak eden Konsey, en azından özür dilemek zorunda.
(Zaman gazetesinden alınmıştır)