Fransa cumhurbaşkanlığı seçiminin gergin son günlerinde, adayların sözleri aydınlatıcıydı. İki tur arasındaki yüzleşmede Sarkozy ve Hollande, Ulusal Cephe (UC) seçmenlerini kazanmaya yönelik bir saldırı ve karşı-saldırı yağmuruna yakalandı. Münazara yaygın şüpheyi doğruladı: UC lideri Le Pen’in değerlendirdiği gibi, göç sorularında iki finalist arasında pek fark yoktu. Yıllar önce öngördüğüm gibi, asıl kazanan UC oldu. Sağ parti 2002’den daha fazla oy aldı. Fikirleri normalleştirildi ki bu sonuçta, iki finalistin karşısında konumlandığı değişken. Bu yıl, UC’nin ikinci turda katıldığı 2002 seçimlerindeki duygu ve kitlesel hareket uyanmadı. Bugün ise UC’nin sembolik zaferi ve siyasi gücü daha fazlasını gösteriyor ve çok daha tehlikeli. İkinci turun belirleyicisi olan UC, siyasi sahneye egemen. Fransa’nın geleceği hakkında endişelenmek için bolca sebep var. Yıllardır iki “ana akım” parti, HHB ve Sosyalistler’in, Fransa’da popülizmin kontrolsüz büyümesinden sorumlu olduklarını düşünüyorum. Tartışma çıkaran; ulusal kimlik, peçe, helal et, sokakta ezan, terör gibi temalar, aşırı sağı memnun etmeye çalışan bir hükümetçe sürdürülen zehirli bir atmosfer yarattı. Sol, bu tartışmalardan ayrılmak şöyle dursun, kendini “Sarkozizm”i eleştirmeye ve her yeni krize bölük pörçük tepkiler vermeye sınırlandırarak, hiçbir sosyal ve siyasi çözüm öne sürmedi. Muhalefetteki sol, tartışmayı; göç, güvenlik ve cumhuriyet, laiklik ve sosyal birliğe içsel bir tehlike olarak görülen İslam’dan uzaklaştıramamakla kalmadı, daha da alevlendirdi ve sefil şöhretlerine rağmen meselelerini siyasi yaşamın merkezine koymayı başaran popülistlere destek ve konfor sağlamış oldu.

Fransa 7 Mayıs’ta, seçim kampanyasının dramatik atmosferinden uyanarak, aynada görüntüsüyle yüzleşecek. Haziran’daki parlamento seçimlerinin ötesinde, endişe duymak için sebep çok. Cumhurbaşkanlığı seçimleri gösterdi ki Fransa kriz ve gerilim zamanlarında kolayca; siyasi tartışması içerikten yoksun, duygunun akılcılığın yerini aldığı, yarı gerçeklere ve abartıya düşkün bir cumhurbaşkanının tüm itibarını yitirdiği, muhalefetin vicdanını takas ederek prensiplerine ihanet ettiği bir ülkeye dönüşebiliyor.

***

Fransa’nın bu neredeyse dogmacı, kibirli ve derin istisnacılık rüyasından uyanması için, bir siyasi çalkantıyla sarsılmaya ihtiyacı var. Gerçeklerin sıkıntılı nesnelliğinden uzak, özel bir kadere sahip olduğu aldatmacasından kurtulmalı. Seçim kampanyasının onayladığı gibi Fransa, sağlığı berbat olan harika bir ülke. Yaşanan ciddi ekonomik krizde, mevcut hükümet hızlı gerilemeyi kontrol altında tutmayı başardıysa da, ekonomist ve analistler sert bir uyanış öngörüyorlar. Şu anda Yunanistan, İtalya ve İspanya’nın da kaderini kontrol eden teknokratlar yakında, gerekli kaynak ve yöntemleri olmadan Almanya’yı takip eden Fransa’nın başucunda olacaklar. Avrupa halkları unutuldu, kenara atıldı ve ekonomik kriz adına sıkça sömürüldü. Artık vatandaşların demokratik hakları ve işçilerin yasal imtiyazları ile ekonominin anti-demokratik mantığı arasındaki ilişki ciddi şekilde yeniden değerlendirilmeli. Fransız demokrasi modelinin hayatta kalması, bu kilit sorunun cevabına bağlı.

Tehlikede olan Cumhuriyet’in bütünlüğü ve bizzat laiklik. Monoton biçimde aynı nakaratı tekrarlamaktansa, iki kavram, eşit vatandaşlığın desteklenmesi ve bireylere, inançlara ve hatıralara adil ve eşitlikçi muamele ile ilişkilendirilmeli. Eğer politikacılar, işe alım ve yerleşimde ayrımcılık; Siyahlar, Araplar, Museviler ve Müslümanlar’a karşı ırkçılık veya çok sayıdaki vatandaşın hafızasını inkara karşı mücadeleye kalkışmazlarsa; sosyal barış, tutarlı bir laiklik ve vatandaşlığın tanınması söz konusu olamaz. Fransız tarihi, aralarında resmi olmayan, kontrolsüz bir çatışma çıkmasını engellemek için, resmen ve mantıklı bir şekilde çeşitli hafızaları birleştirmeli. Polisin haklarını tanımak bir zorunluluk olsa da, bu toplu konutlardaki ve banliyölerdeki vatandaşların hakları yadsınarak yapılamaz: Fransa’nın siyasi eliti; marjinalite, şiddet ve erkek şovenizminden fazlasına sebep olan toplum içindeki topluluklara bakışını değiştirmeli. Hakları olan, hayat, yaratıcılık, tanınma ve onurlu yaşama arzusuyla güdülen kadın ve erkekler, bu yerleri evleri yapıyorlar.

Bu, Akdeniz’in güney kıyısındaki halkların, onları yöneten despotları devirmek için sokaklara döküldüklerinde talep ettikleri itibar. Acaba çoğu kez o despotları desteklemiş olan Fransa, şimdi ezilenlerle ve Ortadoğu’da olduğu kadar Afrika’daki, İsrail’de olduğu kadar Filistin’deki demokratlarla da ortak bir dava oluşturacak mı?

 Gözlerimizin önünde şekillenmekte olan çok kutuplu dünyada Fransa kendini, NATO’nun yönetim yapısında, ABD’nin yanında kapana kısılmış bulunduğu Atlantik ittifakından ayırabilecek mi?

Seçim sonrası acılı olacak. Fransa’nın, şu anda görünenin aksine birliğe, adalete ve kolektif içebakıştan fazlasına ihtiyacı var. Reform zorunlu, meseleye doğrudan yaklaşmak cesaret istiyor. Sarkozy ne yazık ki şöyle demişti: “Fransa, ya sev ya terk et”.

Bir ülkeyi sevmenin tek yolu onu olduğu gibi kabul etmekmiş gibi. Aksine; Fransa’yı seven direnir, bir vatandaş olarak adanır, sesini azimle, haysiyetle duyurur. Adaletsizliğe, mezhepçiliğe ve ırkçılığa karşı koyar. Sonuçta ülkenin vatandaşları, yetkin veya popülist olsun, hakettikleri lidere sahip olacaklardır.

(Star gazetesinden alınmıştır)