Antalya’da buluştuk. Kendi otelinde. Adı Spice. Dubai’deki otelleri andırıyor. Bizzat elleriyle döşemiş. Ne ararsan var, Fas işi, Hint işi, Diyarbakır işi, avlular, altın varaklar, göz alıcı renkler, morlar, yeşiller...

Renkli bir otel. Aynen Nadire İçkale gibi. Nev’i şahsına münhasır tanımlamasının sözlük karşılığı gibi. Başın dönüyor. Otel de öyle, sahibesi de. Hiç susmuyor, o kadar çok şey anlatıyor ki. Oradan oraya atlıyor. Çok dobra. Çok komik, çok tatlı. Erkeksi bir hali var, ama çok da dişi.
Uzun zamandır bu kadar eğlenceli, bu kadar komik bir kadın görmemiştim.
Ondan etkilenmemek mümkün değil: Köprü’de giderken, intihar etmek üzere olan bir gencin hayatını kurtarıyor. Kafasına silah dayamış, “Gelmeyin üzerime atlayacağım” diyor... Bizimki cipinden iniyor, “Hele dur bakalım, sen nerelisin?” diyor, çocuk da onun gibi Diyarbakırlı çıkmasın mı? Elinden silahı alıyor, adamı intihar etmekten caydırıyor, hayatını kurtarıyor, bir de güzel iş buluyor. Böyle de iş bitirici.
Otelinde çalışan herkesin ismini tek tek biliyor. Giderken arkanızdan su döküyor.
Evlere şenlik bir kadın.
Bu röportaj yarın da devam edecek!

Sizi tanıyalım...
- Ben Nadire İçkale. Diyarbakır’da doğdum, yılını boş ver. Hani ‘kadının adı yok’ ya, benim de yaşım yok! 20 Nisan’da dünyaya gelmişim, Hazreti Peygamber’le aynı gün. Beş çocuklu bir aile. Bir abim var, rahmetli oldu, sonra üç kız. Ben sonuncuyum.

Nasıl bir çocukluk?
- Valla, babam Almanya’da tahsil görmüş bir Diyarbakırlı. Beni de pek hevesle beklemiş, oğlan zannetmiş. “Kızınız oldu!” deyince, ebeyi evden kovmuş. Sonra da iki ay eve gelmemiş. İsim koyamamışlar bana, biri Nilüfer diyor, biri Neriman, annem perişan. Allah’tan dayım duruma el koymuş. Babama, “Bu kadar dindarsın. Çocuk bu, Allah’ın verdiği bir şey. Niye böyle yapıyorsun?” demiş, tutmuş onu kolundan eve getirmiş. Beni kucağına vermişler.

Sonra?
- Sonra tabii babam bana vurulmuş, “Bu nasıl güzel bir kız” demiş. Biz böyle karavel saçlı doğuyoruz, siyah saçlı, içe doğru bukleli, yemyeşil gözlü bir kız. Babamın adı Nadir, “Bu da Nadire olsun” demiş.

Çok mu sevmiş sizi?
- Evet. “Bu kız benim Hz. Fatime’m. Bu kız, 10 erkeğe bedel” deyip dururdu. Babam Hz. Hasan’dan gelir, anneciğim de Hz. Hüseyin’den. Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlerin önemli bir özelliği var: Çok güzel konuşurlar!

Babanız Nadir Bey ağa mıymış?
- Yok Hanibeyleri’nden. Doğuda biraz para bastırırsınız, köy alırsınız ağa olursunuz ama beylik padişah fermanıyla verilen bir şey. Yavuz Sultan Selim’in zamanında, dedelerim onun kız kardeşleriyle evlenmiş.

Aynı zamanda Zaza’sınız...
- Evet. Hem Zaza’yım hem peygamber soyundan geliyorum. Çok büyük bir aileyiz, düşün, 65 amca oğlum var.
\"http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=15160185\"
Hep böyle varlıklı mıydınız?
- Rabbime şükürler olsun ki, maddi yokluk görmedim. Ama yokluktan anlarım. Hayatım boyunca ihtiyaç duyan herkese koştum. Komando gibiyim; varsa yerim, yoksa dururum, soğuksa dayanırım, sıcaksa dayanırım.

Babanız hoş bir adam mıydı?
- Fiziğini soruyorsan son derece çirkindi. Bülent Ecevit’e benzerdi, o yüzden Ecevit’i hep çok sevdim. Haysiyetli, şerefliydi ama despottu. Sert bir sevecenlik diyelim. Diyarbakır’da kalorifer yok, üstümüzü açmayalım diye, yorganların kenarına uzun uçlar yaptırır, onları karyolaya bağlardı. Babamda macera çok... Almanya’da mühendislik okuyor, burnundan dolayı Yahudi zannedip yakalıyorlar. Komşuları sayesinde kurtuluyor. Annem de emniyet müdürünün kızı. Anacığım çok güzel Fransızca konuşurdu. Onlar Arap soyundan geliyor, babam tam Zaza...

GECE NİYE GELMEZSİN TÜRKÜSÜNÜ ANNEM YAZDI

Amma renkli bir aile...
- Hem nasıl! Babam Almanya’ya gidince annem arkasından Ahmet Kaya’nın okuduğu ‘Gece Niye Gelmezsin’ türküsünü yazıyor. Hayatımda bu kadar iş yaptım, hiç mahkemeye çıkmadım, o türkü için çıktım. Bir adam, “Bu benim türküm” dedi. Annemin de ayakları ağrıyordu, mahkemeye ben gittim. Babama ithafen yazılmıştır o türkü, elimizde plaklar vardı, kanıtladım. Annem, Celal Güzelses’in baldızı. Güzel ut çalardı. Dokuz eseri var, bana vasiyet etti, “Bunları İbrahim Tatlıses’ten başkasına verme” dedi.

Çocukluğunuzun Diyarbakır’ı nasıldı?
- Bisiklete biniyordum. Belki inanmazsınız ama günde üç saat tenis oynuyordum. Ankara’da arkadaşlarım, “Biz tenis dersi alıyoruz” diye hava attılar bana, “Ha öyle mi, ben oynuyorum” dedim, “Hadi canım” dediler, “Allah’ın Diyarbakır’ında nasıl öğrenmiş olabilirsin!” “Maç yapalım” dedim, tabii ki aldım maçı.

Sizi ‘Yeşil gözlü Nadire’ olarak tanırlarmış. Bundan hiç rahatsız oldunuz mu?
- Güzel vasıflarla anılmak hangi kadını rahatsız eder ki? Güzelliğimle nam salmak hoşuma giderdi. Ama eşim rahatsızdı bu durumdan. Çok kıskançtı. O zaman bu kadar müteahhit yoktu, Türkiye’nin ilk beş müteahhitinden biriydi Mehmet. 1983 ve 1984’te Koç’un ve Sabancı’nın önünde vergi rekortmeniydi. O kupürleri hep sakladım. Kocaman albümler yaptırdım. Yarın öbür gün torunlarım görsün, nasıl bir aileden geldiklerini bilsin.

Çocukluğunuza dair hatırladığınız başka şeyler...
- Evimiz çok kalabalıktı, herkes bizde yemek yerdi. Psikolojiye çok meraklıyım, kendimi analiz ediyorum: “Nadire, neden bu kadar hızlı yemek yiyorsun?” diyorum. Cevabını keşfettim: Ev çok kalabalık ya, yemeğin iyi kısmı bitecek diye bir an evvel yiyorum. Sonra çok yüksek sesle konuşuyorum. Yine ev kalabalık ya, kendimi duyurabilmek istiyorum.

Güzelliğinizle öne çıkan birisiniz...
- Her zaman güzel olmayı sevdim. Şimdi son çırpınışlar ama yine de gayret ediyorum. Yalnız kendimde sevmiyorum güzelliği, etrafımdaki herkesin güzel olmasını seviyorum. Şirkette bakarım hangi kızın eksiği var elimden geleni yaparım. Saçını boyatırım, kestiririm, kaşını değiştiririm. Valla güzellik uzmanı da olabilirmişim.

Flört edebildiniz mi?
- Delirdin mi! 17 yaşındayken bir düğünde Mehmet beni görüyor. Liseyi bitirmişim, Ticari İlimler Akademisi’ne gidiyorum, Diyarbakır’dan üç kız üniversiteyi kazanmış, biri benim...

Kaç yılıydı?
- Söylemem, yaşımı hesaplarsın!

KİMİN SİNEMASI VARSA ONUNLA EVLENECEKTİM

Pardon...
- Seneler evvel beni bir yere konuşmacı çağırdılar. Abdülkadir Aksu, “Güneydoğu’yu temsilen Nadire konuşsun” demiş. İnsanlar beni dikkatle dinledi, güzel de geçti konuşma. Sonra biri kalktı soru sormaya, “Nadire Hanım” dedi “Çok merak ettim, kaç yaşındasınız?” Tabii sinirlendim ama çaktırmadım. Zaza zekamı çalıştırdım, “Hanımefendi” dedim, “Benim yaşım borsa gibidir. Bir gün düşer, bir gün yükselir. Bileşik endeksi de 28’dir. Buyurun hesaplayın!” Yer yerinden oynadı, çok güldüler. Nerede kalmıştık? Hah Mehmet eniştemle arkadaş oluyor, gelip beni istedi...

Aranızda yaş farkı var mıydı?
- Epey vardı. Zaten 50 yaşında vefat etti, trafik kazasında öldü. Allah rahmet eylesin, çok başarılı, çok iddialı bir adamdı.

Sizinle başa çıkması için iddialı olması lazım...
- Öyle deme. Çok korkardım ondan. Ama çenemi de tutamazdım. Ölümüme susamış gibi dilim uzardı. Ama kendimi de garantiye alarak.

Nasıl yapıyordunuz?
- Odaya kilitlerdim kendimi, açmazdım da kapıyı, kapının arkasından laf yetiştirirdim. İnsanı, sevdikleri eleştirmeli. Yoksa herkes pohpohluyor bizi, arada sırada gerçekleri söyleyen biri olmalı. Eşimin hoşuna gitmezdi ama yapardım.

Nesinden etkilendiniz de evlendiniz onunla?
- 17 yaşındaydım, nesinden etkileneceğim? Dediler ki, “Düzgün bir adam!” Kimseyi iplemem hayatta, ama Neşe Ablam bir tanedir, o dedi bana, “Evlen bu adamla.” Onu kırmak istemedim, “Tamam” dedim.

El ele tutuşmak filan...
- Yok canım nerede? Genç kızken, “Kimin sineması varsa, onunla evleneceğim” derdim. İlk sinemaya abim götürdü, hiç unutmam, ‘İyi, Kötü, Çirkin’ filmine. Ama sonra Mehmet’le neredeee? Diyorum ya sert bir adamdı.

Bu kadar katılıkta sevgi nasıl yeşeriyor?
- Doğulu erkekler sevgilerini göstermeyi bilmez. Zayıflık işaretidir. İnanıyorum ki, beni çok seviyordu, tutkuyla seviyordu. O tutkudan dolayı da beni ezmeye çalışıyordu, bunu yeni yeni anlıyorum. Ama mekanı cennet olsun. Bugün bu yerdeysek onun attığı temeller sayesinde...

Şiddet uyguladı mı size?
- Arada sırada bazı vukuatlar oldu. Ama önemli değil, onlar antrenman sayılır.

Sanki size kimse el kaldıramazmış gibi geliyor. O kadar güçlü duruyorsunuz ki...
- Acaba güçlü müyüm, yoksa güçlüyü mü oynuyorum?

Toplam kaç yıl evli kaldınız?
- 20 sene. 20 senede, üç de çocuk. En küçük oğlum sekiz buçuk yaşındayken kaybettim eşimi. O yüzden küçük oğlum Ömer’e düşkünlüğüm çok fazla. Ona, dünyanın 8’inci harikası diyorum. Ama öbür çocuklarım da mükemmel. Kızım Diyar’ı tanımanızı isterim: Üç yabancı dil bilir, hacı aynı zamanda. Büyük oğlum Ozan da hacı, o da pek çok dil konuşur, çok güzel beste yapar ve enstrüman çalar.

Kızınız da kapandı mı?
- Yok. Şimdilik örtünmesini istemem. Kolay bir iş değil. Daha sonra inşallah Allah ona da nasip eder. Dindarlığın kalıtsal olduğuna inanıyorum. Dindar ailelerinin çocukları muhakkak bir zaman sonra soylarına dönüyorlar. Hacca giderken de, “Biraz daha bekle kızım” dedim, “Yok anne, gideceğim” dedi, “Bizim için hac bir görevdir, bir borçtur.” Şimdi hacı da oldu, denize de giriyor...

Evliliğiniz süresince ne kadar mutluydunuz, ne kadar mutsuz?
- Şunu öğrendim ki, dünyada hiçbir şey sürekli değil. Ne başarı ne başarısızlık, ne sağlık ne hastalık, ne mutluluk ne mutsuzluk. Sürekli değişiyor. Yaşamı kalp elektrosuna benzetiyorum. İniyor, çıkıyor. Ne zaman tek çizgi oluyor, işte o zaman, “Ex oldu” diyorlar. Önemli olan insanın kendi hayatını güzelleştirmeye çalışması. Ne çok mutsuz olabilirsiniz ne çok mutlu. Kuran-ı Kerim’de de yazar, “Bu dünyada rahatlık yok” der. Mehmet’le mutlulukların ne kadar dersen, sayılacak kadar. Lay lay lom bir hayatım olmadı. Zaten çok lay lay lom yaşayanlara da yüksek puan vermiyorum. Meşakkat çeken insan hayatı tanır. Darlık görmeyen, açın halinden anlar mı?

İyi de siz ne darlık gördünüz ki...
- Sadece maddi değildir ki darlık, oldu bir sürü problemimiz.

Ne gibi?
- Mehmet’in çok kıskanç olması. Benim renkli bir sima olmam. Söz dinlemezdim. Kısa etek giymeme kızardı. Ne yapardım? Eteği kısa giyerdim. Onun gelmesine yakın, belime kıvırdığım eteği açardım. Ben de çok gencim, canım istiyor, arkadaşlarımı görüyorum, özeniyorum. Kıyameti koparırdı. Mehmet ölmeden hiç bar görmedim. Mehmet’in vefatından sonra bir arkadaşımdan rica ettim de beni götürdü.

SEMRA ÖZAL SAYESİNDE ESARET ZİNCİRİNİ KIRDIM

Evliyken çalışıyor muydunuz?
- Yok. Üniversiteyi bitirmemi istemedi. Zaten çocuklar dünyaya geldi. Ama Allah’ı var, her çocuk olduğunda evdeki yardımcı sayısı da artardı. Bana kıyamazdı. Ama yemekleri de başkasının yapmasını istemezdi. Bir keresinde pilavı evdeki kadın yaptı, masayı devirdi, “Sen pişirmemişsin bu pilavı!” diye. Öğleden sonra 3’e kadar dışarıda kalma iznim vardı. Ama bir gün dedi ki: “Başbakan’ın eşi seninle görüşmek istiyor. Bir vakıf kuruyorlarmış seni de çağırıyorlar...” Bu da hayatımın dönüm noktasıdır.

Papatyalar mı?
- Evet, o zaman da bu Hasbahçe olayı yeniydi. Dediler ki: “Güneydoğu’da toplu nikâhlar yapmak istiyoruz.” “Tamam” dedim, Bütün hazırlıkları yaptım. Mehmet’in de bir demirci İzzet’i vardı, inşaatlarındaki bütün demir işlerini ona verirdi. Allah rahmet eylesin çok iyi adamdı, “Yenge, duymuşam gelmişsen” dedi, “Benden bir emrin vardır?” “Var İzzet ustam” dedim, “Bana dört kamyon kadın getir. Ama yöresel kıyafetli olsun!” “Kurban olayım; 10 kamyon demir de getireyim, kadını nereden bulayım?” dedi. “O zaman niye soruyorsun, sorma!” dedim. Bir baktım İzzet usta bana dört değil, altı kamyon kadın getirmiş!

Ne için gerekiyor pardon bu kadınlar?
- Havaalanındaki karşılama için. Eli çiçekli iki-üç kadın gitmiş neye yarar? Benim yöremin temel dokusunu orada bulundurmam lazım. Ondan sonra toplu nikâhlar yapıldı. Ben de fark ettim ki, işe yarıyorum. Resmen o vakıfta kendimi keşfettim. Semra Özal sayesinde esaret zincirimi kırdım. Kapalı bir kutuyken açıldım, insanlar tanıdım. Ama Mehmet, Özal’a yakınlığından faydalanıp iş-miş almadı. Bütün işlerimiz barajdı, onlar da Özal’dan evvel alınmıştı.
\"http://preview.hurriyet.com.tr/preview/image.aspx?picid=15160184\"
Sizi gözünden bile sakınan, herkesten kıskanan adam, bir sürü iş becermenizi kıskanmıyor muydu?
- Kıskanmaz olur mu? Onun bedelini ödüyordum, mutsuzluklar öyle oluyordu. Başka şeyleri bahane ediyordu, burnumdan getiriyordu. İnsanlar beni takdir ettikçe, bunu geri plana atmak istercesine beni eziyordu. Ama bunları ölmüş bir adamın arkasından konuşmak doğru değil, çocuklarım kızar sonra...

Siyasete ilginiz Özal döneminde başladı o zaman...
- Siyasetle ilgim hiçbir zaman olmadı ki. Bakmayın o Twitter’da yazılanlara. Yok işte “Her devrin kadını, kim iktidardaysa onun yanında”, ne alakası var! Demirel’i hiç tanımam mesela. Berna Yılmaz eski arkadaşım ama onun döneminde de bir şeyimiz yok, Çiller’i hele, hiç tanımam. Çok ayıp bu dedikodular.

Semra Özal’la hâlâ arkadaşlığınız, yakınlığınız var mı?
- Elbette. Öyle menfaatperest, işi bittikten sonra birini bir kalemde silen biri değilim. Semra Hanım’ın başımın üzerinde yeri var. Ben otomobil kullanırım, dozer kullanırım, deniz motoru kullanırım ama hayatımda insan kullanmam!

Özal dönemi sizin için ne ifade ediyor?
- Muhteşem bir adamdı. Yeri, mekanı cennet olsun. O kadar ufkumuzu genişletti ki. Bu oteli yapabildiysem, Özal’ın atmış olduğu tohumlar sayesindedir. Bence AK Parti de Özal’ın çizgisinde gidiyor. AK Parti’yi çok beğeniyorum. Ama lütfen bu ‘beğenme’ lafı yanlış algılanmasın. AK Parti’yle bir işimiz yok. Türkiye’yi güzel götürüyor bu iktidar. Geçen gün evdeki kadınım, “Abla” dedi, “Bizim köyde biri hastalandı, helikopter geldi.” Allah aşkına böyle şeyler var mıydı eskiden?

AK Parti’nin yakaladığı başarıda Başbakan’ın payı ne ölçüde?
- Başlı başına kendisi.

Birçok insana göre Başbakan AK Parti’yi bıraksa, parti bu oranda başarılı olmaz...
- Tabii ki olmaz. Aynı fikirdeyim. Fakat ekibi de başarılı.

Nermin Erbakan’ı nereden tanıyorsunuz?
- Üsküdar Belediyesi’nin bir toplantısında tanıştık. Ona saygım sonsuz. Her umreye gidişimde ayrıca tek başıma rahmetliye tavaf ederim, o kadar çok severim onu.

KARDEŞİM BEN BU KADAR KAPANABİLİYORUM

Geçmişte eteğini kıvırıp kısaltan biri, güzellikle bu kadar ilgili olan biri, kapanınca zorlanmıyor mu?
- Zorlanıyorsun, zorlanmaz mısın!

Bir kısım insana göre, örtünmeye aykırı şeyler var. Farklı türde örtünmeler, giysiler, makyaj, filan falan. Çünkü o zaman kadın, hâlâ dişi görünüyor...
- Kardeşim, ben bu kadarını yapabiliyorum! Sıkıyorsa, onlar da benim kadarını yapsın! Benim elimden bu kadarı geliyor. Güzelliği seviyorum, derli toplu olmak istiyorum. Kapalı birini rahatsız edecek neyim var? Kirpiklerim uzun. E n’apim, ‘newlash’ diye şey bir çıkmış, sürüyorum uzatıyor. Rimel değil bu. Kendimi beğeniyorum, makyaj da yapıyorum. Niye süslenmeyeyim? Bir tek tel saçım görünüyor mu?

Kapanınca, bir arkadaşım “N’olur Nur Yerlitaş’ın senin için diktiği tuvaletleri bana ver” dedi

Eşinizin vefatından sonra hemen işlerin başına mı geçtiniz?
- Evet, vefatının altıncı gününde. Çok kıymetli bir abisi vardı. Dedi ki: “Eğer bu işlerin başına geçmezsen ne bu evdeki halı kalacak ne televizyon.” Ben de elimden geleni yaptım. İşlerle ilgilenmek bir tarafa, kocamın arkasından iki okul yaptırdım Diyarbakır’da, oralarda 4 bin talebe okuyor.

Daha önce hiç çalışmamış biri için zor olsa gerek...
- Elbette ama hayatta ne kolay ki? Büyük bir genel müdürlük binası var, oraya gittim, Mehmet’in koltuğuna oturdum. Bildiğim bütün duaları okudum, ya bu işi başaracağım ya da başaracağım dedim. Tabii ki kıymetli bir eniştem vardı, o da çok yardım etti. Sonra nur içinde yatsın Üzeyir Garih yardım etti. Akıl fikir verirdi.

Ve ikinci hayatınız başladı...
- Evet. Gencecik bir adam ölmüş, geride üç çocuk... Ve 24 şantiye. Bir kısmını verdim. Bugünkü aklım olsaydı hiçbirini vermezdim. Nasıl kârlı işlerdi. 1996’da Antalya’da bir baraj almıştık, orası bitince, bu oteli yaptık.

Peki ne zaman kapandınız?
- Otel inşaatına başlamadan büyük oğlumla hacca gittik, ondan sonra...

Çevrenizdeki insanların tepkisi nasıldı?
- Aaa o çok komik. Döndüm, arkadaşlarımla buluştum. Hepsi çok şaşırdı tabii. Biri diyor ki “Kapandı ya yazık!” Öteki, “Ay bırakın ne yaparsa yapsın” diyor. Birdenbire çok sevdiğim bir arkadaşım, ayağa kalktı ve dedi ki: “Susun münafıklar! Hak’kın yolunu seçmiş, bırakın kapansın!” Sonra bana döndü ve “N’olur Nur Yerlitaş’ın sana diktiği tuvaletleri bana ver” dedi. Güldüm tabii.

Ama farklı örtünüyorsunuz...
- Evet. Afganlı erkekler gibi bağlıyorum başımı, boynum açık. Çünkü yüzüme de yakışsın istiyorum. Bir arkadaşım da, “Ooo Nadire Hanım yine Osmanlı sadrazamları gibisiniz” diyor.

Belli ki kıyafetlerinizi özel diktiriyorsunuz. Giydiklerinize laf etmiyorlar mı?
- Hakkımda çok dedikodu yapılır. Umurumda bile değil. Kim ne söylerse söylesin, kendimden eminim, kendimi de beğeniyorum. Rabbim umarım, azımı çok kabul eder. Yavaş yavaş... Bir bebek bile birdenbire ayağa kalkıyor mu? Hayır, önce emekliyor sonra kalkıyor. Şimdilik bu kadarını yapabiliyorum.

UMRE SEYAHATİNDEN KAZANILAN PARALARLA GÜNEYDOĞULU ÇOCUKLAR OKUYOR

Ve tabii bir de meşhur umre seyahatleriniz var. Pek çok kişi sayenizde umreye gitti.
- Diyarbakır Vakfı’nın üyesiyim. Vakıfta hep Türkiye’ye yön vermiş kişiler var. Vakfa bir katkıda bulunmak istedim. Evet geceler yapıyoruz ama insanlar artık bazı şeylere “öğğğ” dediler, her dakika bilet satışı. Bu umre fikriyle ortaya çıktım. Ablama dedim ki: “Gel insanları Umre’ye götürelim.” Arkadaşlarımıza söyledik, bir baktım 80 kişi olduk, ertesi yıl daha çok talep geldi.

Peki bu ünlü arkadaşlarınızla yaptığınız ziyaretler ticari mi, dini faaliyet mi?
- Cebime para girmiyor, bir menfaatim yok. Bir tur şirketiyle yapıyorum. Diyelim ki, 1800 Euro’ya çıkıyor. “50 Euro da benim vakfım için koyacaksın” diyorum. O para Diyarbakır Vakfı’na aktarılıyor. Elime para değmiyor. Allah işine ticaret karışır mı? Karıştırıp da, kendi imanımı mı yakayım? Ayrıca bu sayede Güneydoğu’daki çocukların okumasına katkıda bulunuyorum.

SOSYETE DENMESİ BENİ RAHATSIZ ETMEZ AMA KIVANÇ DA VERMEZ

Adınız geçtiğinde mutlaka ‘sosyete’ sözcüğü ekleniyor. Neden? Siz sosyete misiniz?
- Bu kalender halimle, bu natürel halimle, nasıl sosyete olurum? Sosyetik olmak için insanın köklü bir aileden gelmesi lazım, bir dünya görüşüne sahip olması lazım, birikimli olması lazım. Yani sosyete olmak sadece varlıklı olmak mı? Beni sosyeteye layık görüyorlarsa, Allah razı olsun. Bu beni rahatsız da etmez, bana kıvanç da vermez. Bana bir şey katmıyor, onu anlatmaya çalışıyorum çünkü kendi kendime bir değerim.

Sinirleniyor musunuz?
- Yok canım, her şeyle eğleniyorum. Kendi kendimi bile ti’ye alıyorum. Ama bazen, gerçekten üzücü şeyler söylüyorlar. Onları da Allah’a havale ediyorum.

Niye başkaları hakkında değil de sizin için söylüyorlar?
- Bilmiyorum.

Üzülüyor musunuz?
- Yani hoş mu o söylenenler? Rezillik resmen.

Tekzip etmek filan...
- Ama karşımda bunu direkt söyleyen yürekli yok ki. İnternette yazıyorlar. Avukatlarım uğraşıp kaldırtıyor, arkadan yine bir şey çıkıyor. Erkek isterim ki, karşıma çıksın o iftiraları ismiyle söylesin, bak o zaman nasıl anasını ağlatıyorum! İnternette kimseyi dava edemiyorsunuz, çünkü herkes inkar ediyor. “Adımla başkası yazmış” diyor, ispat edemiyorsunuz. Üstelik bazı insanlar da inanmasa bile kendi egosunu tatmin edebilmek için inanmış görünüyor. Resmen başkasının mutsuzluğuyla mutlu olanların döneminde yaşıyoruz. Allah ıslah etsin!