Dünyanın en demokratik ülkesinde bile yine mağdur olan kadınlar ve çocuklardır. Bütün savaşlarda ve kıtlıklarda yine mağdur olan kadın ve çocuklardır. Bugün Suriye’de kullanılan kimyasal silah sonucunda en çok çocukların ve kadınların katledildiği, Mısır’da acımasızca kurşunlara hedef oldukları gibi…


Ülkemizde kadınların mağdur olmaları bir yana her gün hunharca cinayetlere maruz kalıyor, tecavüze, acımasızca şiddete uğruyor, emeği sömürülüyor, kimliği talan ediliyor, bir meta gibi kullanılıyor ve çoğu zaman bir mendil gibi kullanıldıktan sonra da çöpe atılıyor.


Ülkemizde kadının kaderi budur… Ataerkilliğin, feodal kültürün, hurafe inancın ve bağnaz milliyetçiliğin egemen olduğu bizim toplumda kadının inancı, düşüncesi, siyasal duruşu, bedeni ve iş hayatı da erkek egemenliğindedir. Bu erkek egemenliği kadının sahip olduğu bütün insani değerlerini sömürüyor, rant haline getiriyor ve yüz yıllardır bu geleneğini sürdürüyor.


Kadının başına örteceği türbana, giyeceği mini eteğe, yapacağı çocuğa ve gireceği işe kadar bütün yaşamsal haklarını tekelinde tutan erkek egemenliği, bununla da yetinmeyip istediği zamanda fiziksel gücünü kullanarak kadını hunharca katlediyor, öldürüyor, kesiyor, tecavüz ve işkence ediyor.


Ve bu erkek egemenliği utanmadan, arlanmadan ve sıkılmadan yaptığı bütün bu mezalimliklerini de yeri gelince dine, yeri gelince örf ve adetlere ve yeri gelince de “namus” kavramı ve farklı ilkesiz ilkelere bağlıyor.


Dünyanın hiçbir semavi dininde ve insanlığın hiçbir prensibinde bu egemenlik hakkı erkeğe verilmediği gibi hiçbir ayette de kadının öldürme hakkı ve yetkisini de erkeğe verilmemiştir.


Ancak ne yazık ki; erkek egemenliği kendi çıkarına ve rantına göre şimdiye kadar hem semavi dinlerin normlarını ve hem de evrensel bilimin ilkelerini kendine göre yorumlamış, yasallaştırmış ve anayasal güvence altına almıştır.


Gün geçmiyor ki ülkemizde kadın katledilmesin, gün geçmiyor ki tecavüze ve şiddete maruz kalmasın. Gün geçmiyor ki sokağa atılmasın, pavyonalara, umum evlerine ve bataklık yerlere sürüklenmesin. Kadın ticareti, fuhuş sektörü ve umum evler, ülkede en büyük ranta dönüşmüş ve bu kirli lanetli rantın önüne geçilmek bir yana sanki birileri adeta bu ahlaksızlığı topluma kabul ettirmeye çalışıyor.


Dünden bu yana ülkenin Antalya, Ankara, Çankırı ve Kocaeli gibi çeşitli illerinde 4 kadın hunharca öldürüldü. Kimi üzerine benzin dökülüp yakılarak öldürüldü, kimi bedenine 36 bıçak saplanarak katledildi, kimi de başına vurularak öldürüldü ve cesedi yol kenarına atıldı.


Ben bu yazıyı yazarken henüz soyadını öğrenemediğim Sevgi adında ve 30 yaşlarında genç bir kadının da evinde öldürüldüğü, cesedi görünmesin diye buzdolabının arkasına gizlendiği ve henüz kimin tarafından öldürüldüğü belli olmadığının da haberini aldım. Hiçbir gerekçe bu vahşi cinayetin nedeni ve gerekçesi olamaz. Zerre kadar vicdanı, ahlakı ve inancı olan hiçbir insan böyle canice bir cinayeti işleyemez. Bu vahşice cinayetleri işleyenler insanlığını, vicdanını ve bütün onursal değerlerini yitirenlerdir.


Bu barbarlıktır, haydutluktur ve tek kelimeyle vahşettir.


Hafta içinde bir avukat dostumla sohbet ederken kadın cinayetiyle ilgili anlattığı olay karşısında dehşete kapıldım. Bu kadar da vahşet olamaz dedim kendime.


Aklı dengesi yerinde olmayan şizofrenik bir işadamı bir kıza talip oluyor. Bu işadamının aklı dengesi yerinde olmadığını ve şizofrenik olduğunu bilen avukat arkadaşı onu evlilik düşüncesinden vazgeçirmeye çalışsa da ikna edemiyor. Ona “sen hastasın, önce tedavi ol, sonra evlen. Gel seni doktora götürelim, eğer doktor hasta olmadığını söylerse o zaman evlen ama eğer söylerse vazgeçeceksin” der.


Bunun üzerine iddiaya giriyorlar ve doktora gidiyorlar. Söz konusu avukat bu işadamından gizli, durumu doktora anlatıyor ancak buna rağmen doktor “aklı dengesi yerindedir” diye rapor veriyor. Avukat bu işadamıyla hem yılların arkadaşı ve hem de ailece birbirilerini tanıdıkları için artık ses çıkarmıyor. Ruh hastası olduğunu görmezlikten gelen kızın ailesi, kızın bütün itirazına rağmen onu o işadamına veriyorlar.


İşte bizim millet; işi gücü olsun, parası olsun da ister hasta olsun, ister namussuz olsun ve isterse pezevenk olsun yeter ki parası olsun kızını verir ve sonucuna da çok ağır katlanmak zorunda kalır.


Öyle bir duruma geldik ki; kişinin şahsiyet ve karakterine bakılmaksızın altında Mercedes olduğu zaman onu, önünü ilikleyerek karşılarız ama parasız, pulsuz olduğu zaman da istersen allame-i cihan olsun Türk parasıyla beş kuruş değer vermez, onu görmemize rağmen görmezlikten gelir, görsek bile bir değer vermeyiz.


Daha evliliğin ilk gününde kız ağlayarak avukatı arıyor ve “abi ne olursun çabuk gel, kocam beni öldürüyor.”der. Avukat kızın evine varana kadar bu şizofrenik işadamı yapacağı en büyük vahşeti yapar. Kızın tüm vücudunu kızgın ütüyle adeta kavurur ve yakar. Yetmedi, kızı vahşice öldürdükten sonra parçalara ayırır ve buzdolabının içine koyar. Avukat polislerle eve geldiğinde artık iş işten geçmiş ve ne yazık ki kız ölmüştür.


Bir toplumun demokratlığı, aydınlığı ve inancı aile hayatından gelir. Bir aile demokrat, aydın ve en önemlisi inançlı olduğu zaman mahalle de demokrat ve inançlı olur. Mahalle olduğu zaman şehir, şehir olduğu zaman tüm ülke demokrat ve inançlı olur.


İnsanlar eğitimle ya zalim olur ya da demokrat olur.


O yüzden biz ilk önce kendimize, çocuklarımıza ve çevremize önce eğitimi değil önce insan olmayı öğreteceğiz. Çünkü sadece eğitim almakla da insan olunmaz, olunsaydı bugün eğitimli insanlar kimyasal silahlarla Suriye’de soykırımı uygulamazlardı.


Geçmişte Almanya’da yüksek eğitimli mühendisler tarafından gaz odaları yapılıp milyonlarca insan gaz odalarında öldürülmezlerdi. Eğitimli hemşireler ve öğretmenler tarafından çocuklar okullarda zehirlenerek katledilmezlerdi.


O zaman önce insan olmayı öğreneceğiz ve bu vahşete son vereceğiz…