Tatsız bir geceydi. Son bir kaç gündür ateşli olan kızımın ateşi gece hayli yükselmiş, biz de onu acile götürmek zorunda kalmıştık. Doktoru görene kadar çocuklar için hazırlanmış özel bekleme odasında bekliyorduk.

Uzayan bekleme süresi etrafımdaki ilginç insan manzaralarına yöneltti beni. Karşımızda oturan 7-8 yaşlarında bir erkek çocuğu annesi ve babasıyla konuşuyordu. Bir yandan huysuzlanan kızımı yatıştırmaya çalışırken bir yandan da onların konuştuğu dile kulak kabarttım. Büyük olasılıkla bir Doğu Avrupa diliydi. Sonradan öğrendim ki çocuk bozuk para yutmuş, göğüs filmi için bekliyorlarmış. Derken minik kapkara bir oğlan çocuğu girdi odaya, ardından babası. Beraber hızla girip çıktılar odadan. Onların da konuştukları dil dikkatimi çekti. Hangi dil olduğunu kestiremedim ama kulağıma bir Afrika dili gibi geldi. Sonrasında ağlamaktan gözleri şişmiş bir kadın ve İngiliz asıllı olmadığını düşündüğüm bir erkek yüksek ateşli minik bebekleriyle geldiler odaya. Onlar İngilizce konuşuyorlardı. Ardından yüzünde sadece gözlerini görebildiğim, kucağında en fazla üç haftalık bebeğini taşıyan kara çarşaflı esmer bir kadın ve yine esmer bir erkek girdi odaya. Odadaki kimse birbirine benzemiyordu ve herkes kendi arasında diğerlerinin anlamadığı kendi dilini konuşuyordu. Aynı bizim kendi aramızda Türkçe konuştuğumuz gibi. Bir anda tuhaf bir yabancılık duygusu oluştu bende, hemen sonrasında da daha öncesinde farklı durumlarda aynı farkındalığın bana yaşattığı aynı ürpertiyi tekrar hissettim. Kendi kendime "Babil gibi burası" dedim, "kimse birbirinin söylediğini anlamıyor ".

Yaşadığımız yer dünyanın en çok konuşulan dillerinden birinin ülkesi: güneşin batmadığı imparatorluk olarak anılan Birleşik Krallık'ın başkenti Londra. Medeniyeti, insanlarının - zaman zaman- rahatsız edici kibarlığı, hareket eden bulutları, uçsuz bucaksız yeşili ve dur durak bilmeyen yağmuruyla tanınan, İngilizlerin rengi gri ama ruhu renkli dingin şehri. Dünyanın dört bir yanından gelmiş kendilerine memleket edinmiş bir sürü kimliği barındıran bu şehrin gayet 'beyaz İngilizlerin’in” ağırlıklı yaşadığı bir bölgesinde, o gece hastahanede gördüğüm farklı renkler ve diller beni bir kez daha hayretlere düşürdü.

Saygı ve anlayışla bir arada yaşamayı başaran, ayrılıktan değil farklılıktan beslenen zenginleşen tekdüze bir kültürde yaşarken, bu kadar zenginlik ve çeşitliliği barındıran ülkemdeki farklılıkların bir arada yaşama zorluğu o gece bir kez daha dokundu bana. Bir gün aynı tür bir anlayış ve saygıya kendi ülkemizde de ulaşmayı umut ederek ayrıldık hastaneden,  "belki bir gün bizde de olur" diyerek...

sadeceanneyim.blogspot.co.uk

[email protected]                                                   

Twitter/sadeceanneyim