Türkiye'nin daha fazla hiç bir şeye ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Adalet...
TBMM ve TOBB'un işbirliği halinde Türkiye genelinde yeni anayasa için düzenlediği 'arama konferanslarında' halkın öncelikli talebi de bu yöndeydi:
Gerçek adalet.

İzmir'den Diyarbakır'a, İstanbul'dan Urfa'ya, Trabzon'dan Yozgat'a kadar her yerde vatandaşın yeni anayasadan beklediği ilk reform buydu.
Düzenlenen tüm anketlerde en üst sırada 'adalet arzusu' geliyordu.
AKŞAM'ın dünkü manşetini okuyup da içi sızlamayan birisi olabilir mi?
Down sendromlu bir kız çocuğunun dramı...
Gün geçmiyor ki adalet mağduru bir vatandaşın çığlığı kulaklarımızda çınlamasın.

Yazılı hukukun eski kodlarının nasıl da yeni çağın gerekleri karşısında çaresiz kaldığının en son örneği.
Yapılması gereken ilk iş belli:
'Türkiye'nin köklü bir adalet reformunu başarması.'
Toplumdaki huzursuzluk ortak geleceğimiz adına endişe verici.
Adalete duyulan güven hızla eriyor, çok açık.

Hukuk mekanizmaları ve onu işleten sistem iktidar ilişkilerine göre şekillenemez.
Ezelden beri Türkiye'nin açmazı buydu, niye değişmiyor?
Sadece devlet refleksine sahip bir adalet anlayışı sürdürülebilir mi?
'Hukuk, vatandaş odaklıdır.' Öncelikli görevi kişi haklarını korumaktır.

Niçin Türkiye gelişmiş, Batılı, demokratik ülkelerdeki adalet yapısına ulaşamıyor.
Kabul etmek zorundayız ki; 'kurumsallaşmış adalet mekanizması'na sahip değiliz.
Sistem, 'evrensel normlardan uzak'.
Suç ve ceza dengesi çoğu kez yerli yerine oturmuyor.

Özgürlükleri kısıtlamak ne kadar da kolay...
Sadece siyasal davalarda değil... Genelkurmay Başkanı'ndan Cumhurbaşkanına, ünlü gazetecilerden 'Down sendromlu kız çocuğu'na kadar herkesi mağdur edebilen bir anlayış hüküm sürüyor. 

Oysa en gelişmiş kurumlarımız, en özgürlükçü yöneticilerimiz, hukuk dünyasından parlamalı. 
Çünkü gerçek ve ileri bir demokrasinin en öncelikli kurumu ve ruhu 'Adalet Tanrıçası'nda hayat bulmalı.
Ekonomide ne kadar büyürsek büyüyelim. Adil kararlar veren yargı mekanizmasını kuramazsak çağdaş dünyada yerimizi alamayız. Büyük, derin ve köklü bir özgürlükçü dalgaya ihtiyacımız var. Bunun yolu da geri dönülmez biçimde liberal, demokrat ve özgürlükçü hukuk reformundan geçiyor. Vakit de geçiyor.


En büyük tehlike: ÖSYM

Bana, Türkler'in daha düne kadar en iyi uyguladığı iş nedir diye sorsanız, 'üniversiteye giriş sınav sistemi'dir derim.
Cumhuriyetin en büyük erdemine ulaşmanın adeta köprüsüdür o sınavlar...
Türkiye'nin dört bir yanındaki çocukların, gençlerin 'fırsat eşitliği'nin garantisi.

Cumhuriyetimiz, ülkenin en ücra köşelerindeki öğrencilerine 'Gerçekten çalışırsan, o sınavda hayal ettiğin üniversiteye girebilir ve doktor, mühendis, öğretmen, avukat olabilirsin' mesajını işte böyle vermiştir.

Hangi koşullarda büyürse büyüsün, Türkiye'nin çocukları gece gündüz ders çalışarak istediği üniversiteye girebilir. Köylü, kentli, Türk-Kürt, Alevi-Sünni demeden herkesin yarışabildiği adil bir rekabet arenasıdır üniversiteye giriş sınavları. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanamamış olsa bile...
Fakat son yıllarda birbiri ardına yaşanan skandallar bu tarihi çınarın altına adeta dinamit koydu. ÖSYM Başkanı'na güvenen kim kaldı etrafta bilmiyorum. Kendisiyle tanışıklığım yok. Olup bitenlere bakınca, böyle bir kurumun başındaki kişinin vermesi gereken güven duygusunu tesis edemediğini görüyorum. Krizleri yönetemedi. Doğru düzgün ikna edici açıklamaları yapamadı. Milletin aklına bir şüphe girdi artık. Çocuğu sınava giren anne babalar arasında ÖSYM Başkanı'na itimat eden kimse görmedim daha. Parti meselesi değil bu. Ortak geleceğimizle ilgili hassas bir konu.

Kurban vermeyelim derken kurban nesiller yaratmayalım.
Başkan'ın niye istifa etmediğini merak ediyor değilim de hala onu niye iş başında tutuyorlar onu anlamıyorum.

(Akşam gazetesinden alınmıştır)