Galip Erdem ismini bilenler bilir…

Bilmeyenler de araştırsın…Dava adamlığı nasıl olur, nasıl yaşanır, iyice öğrensin…

Bugün, onun bir yazısından  alıntı yapacağım…

Hikayesi şöyle:

Rüyasında, adını hatırlamadığı gencin birine türkü öğretmeye çalışmaktadır…

Türküyü önce kendi okur:

“Bu dünyada üç şey vardır yenilir/  Biri elma, biri ayva, biri nar/  Elma sana, ayva ona, nar  bana…”

Daha sonra genç öğrenci tekrarlar:

“Bu dünyada üç şey vardır yenilir/ Biri elma, biri ayva, biri  muz!”

Birkaç kez uyarmasına rağmen, delikanlı son kelimeyi “muz” olarak söylemekte ısrar eder…

Galip abi önce şaşırır, sonra kızar:

  •  “Bu muz da neyin nesi, nereden çıktı? Türkünün son kelimesine uymuyor, devamındaki dörtlüğe de ters düşüyor” deyip sonraki dörtlüğü de yüzüne okur:

“Bu dünyada üç şey vardır sevilir / Biri ana, biri baba, biri yar, / Ana sana, baba ona, yar bana…!”

  • Gördün mü bak, “muz” ile “yar” kelimeleri birbirine uymuyor! Kafiye tutmuyor!...

Türküye kendi yorumunu kattığını söyleyen öğrenciye, bunun bu şekilde olamayacağını anlatmaya çalışır:

  • Bak evladım, türkülerde kafiye çok önemlidir. Ama bunu da bir kenara bırakalım. Başka sebepler var. Türkülerimizde adı geçen hayvanlara bakalım. En başta bülbül, sonra at, ceylan, turna, keklik bunlar var mı, var!... Peki, hipopotam, penguen, gergedan gibi hayvanların adı hiç geçer mi? Geçmez. Niye geçmez? Çünkü onlar, milletimizin tanımadığı topraklarda, yabancı ülkelerde yaşayan hayvanlardır. Folklorumuza girmemişlerdir… Tıpkı bunun gibi, türkülerimizde de, elma, ayva, nar, üzüm, dut, kiraz gibi meyveler vardır. Fakat nasıl ananas ve avokado yoksa, ,muz da yoktur, olamaz…

Galip abi rüyasında bu genci ikna edemez… Genç ikinci dörtlüğü de kendine göre uyarlamıştır:

  • “Bu dünyada üç şey vardır yenilir/ Biri elma, biri ayva, biri muz !
  •  Bu dünyada üç şey vardır sevilir / Biri ana, biri baba, biri kız!... ”

Nar yerine muz, yar yerine kız!... Sanki her kızdan yar oluyormuş gibi!...

Bu haliyle, Zzz’lerin vızıltısından tüm ahengini kaybeden, keşke sadece türkü olsa!...

Kendi ellerimizle o kadar çok şeyi bozduk ki!...

Güya güncelledik, güya kendimize yorumladık…

Siz, “bu benim” dediğinizde, o sizin olmuyor, olamıyor…

Bir şeyin “bizim” olabilmesi için on yıllar  gerek…

Kültür ögelerinin fermantasyonu, dönüşümü öyle kolay değil…

Anlatamıyoruz…

Bulduğu her şeye  “kes, kopyala, yapıştır”  yapıyor herkes…

Anında görüntü istiyor!

Kolay sahipleniyor ve çok kolayca da vazgeçiyor!...

Kalitenin iki ölçütü var artık:

  1. Ne kadar hızlı,
  2. Satsam kaç para eder?!

Yaşadığımız evler, kullandığımız eşyalar, verdiğimiz sözler, geçmişteki hatıralar, sonrası için bir kıymet ifade etmiyor şimdi…

Kullan-at, tak-çalıştır, güncelle…

Hayat kolaylaştıkça, aslında ucuzluyor… Yani değersizleşiyor…

Mecbur kalmadıkça, kimse yorulmak istemiyor, kimse  emek vermiyor, kimse alın teri dökmüyor…

Her şey çok çabuk dönüşüyor, çok çabuk bitiyor…

Bakalım bu çok hızlı yaşadığımız, çarçabuk tüketip değiştirdiğimiz  hayat, geride bizim adımıza ne bırakacak?

Arkamızda bizi hatırlatan ne olacak,  ne kalacak?

Zira, Galip abinin rüyasındaki  Zzz’lerin vızıltısı hiç hayra alamet değil!...