Yılmaz Güney’in Kızı Elif Güney’in kaleminden... “Acı çeken çocukların bakışları...”



Yılmaz Güney’in kızı...

1981 yılında ciciannesi dediği Fatoş Güney “15 günlüğüne Zürih’e tatile gidiyoruz” diyor ve ona pasaport çıkartıyorlar...

Annesi Can Hanım sezgileriyle bunun bir tatil olmadığını hissediyor...

Zürih’e gittiklerinde Fatoş Güney, Elif’e “Baban burada... Artık dönmeyeceğiz... Fransa’da yaşayacağız...” diyor...

15 yaşına kadar ara sıra cezaevlerinde ziyaret edebildiği babası Yılmaz Güney’le, ancak 15’inden 18’ine kadar üç yıl baba-kız gibi yaşayabiliyor Elif...

“Bir Odadan bir Odaya...”

Kitabının adı bu Elif’in...

“Geçmişime hapsolmuş, saplanıp kalmıştım...

Acı çekmiştim ve kendimi o geçmişi anlamaya adamıştım...” diyor ve şöyle devam ediyor Elif Güney, “Tutuklu ve sürgün Yılmaz Güney’in kızı olmanın hesaplaşmasında...”

“Neye yaradı bu kadar fırtına?..

Kendimi böylesine çıplak ortaya koymam gerekli miydi?..

Artık bu sorunun cevabı bende değil...

Cevabı evrende...

Sadece birkaç günlük ömrü olan kelebekte...

Cevabı acı çeken çocukların bakışlarında...

Çocuklarından yoksun kalan annelerin, babaların kalbinde...

Bir çocuğun annesiz babasız geçen her günü...

Aynı zamanda bir anneyle babanın çocuksuz geçen bir günü...

Yokluğun özlemi karşılıklı...”

***


Yılmaz Güney, Elif 14 yaşındayken Isparta cezaevine naklediliyor...

Şöyle anlatıyor başından geçen olayları Elif Güney:

Isparta’ya nakledilmesinin anlamı bizim onu eskisi gibi sık sık göremeyeceğimiz...

Anne Isparta’da bir ev kiralamaya gidiyor...

Onu ziyarete gittiğimizde kalabileceğimiz üç odalı küçük bir daire...

Halaoğluyla eşi, Baba’yla daha yakından ilgilenebilmek onu mümkün olduğunca sık ziyaret edebilmek için o eve yerleşiyorlar...

Bütün aile nöbetleşe Baba’nın yanına gidiyor...

Biz çocuklar da bayram günleri ve okul tatili sırasında gidiyoruz...

***
Birkaç ay sonra tatil izni hakkı veriliyor Baba’ya...

Bir milli bayramda dördümüz birlikte tatili çıkıyoruz...

Pamukkale’de çok güzel bir otelde kalıyoruz...

Dışarıda ısıtmalı havuz var...

Ne yazık ki benim için tatil çok kısa olacak...

Derslerim nedeniyle annemden ve kardeşimden önce dönmem gerek...

Baba hiç tanımadığım genç bir adamın bana eşlik etmesini sağlıyor...

Gece yolun ortasında askerler otobüsü durdurup kimlik kontrolü ve bagaj araması yapıyorlar...

Eyvah! Kimliğim yanımda değil...

Askerlerden biri yanıma yaklaşıyor kaç yaşımda olduğumu soruyor...

On dört yaşımda olduğumu söylüyorum, inanmıyor...

18 yaşında gibi gösterdiğimi söylüyor...

Karakolda kontrol yapmak için otobüsten inmemi istiyor...

Karakola gittiğimiz anda yanımdaki genç adam “siz onun kim olduğunu biliyor musunuz” diye efeleniyor...

Allahım ne salakça bir şey...

Ben bile böyle yapılmaması gerektiğini biliyorum...

“Onun babası...”

***

Komiser anında valizlerin indirilmesini, otobüsün yoluna devam etmesini emrediyor...

Benim gitmeme izin veremezlermiş...

Kimlik araştırması yapmaları gerekiyormuş...

Gece olduğu için sabahı beklemek, Cumartesi olduğu için Pazartesi’yi beklemek gerekiyormuş...

Beynim uyuşuyor, orada kalakalıyorum...

Hafta sonunu karakolda askerlerin arasında geçireceğim...

Hoyratça valizimi açıp bakıyorlar...

Külotlarım, mahrem eşyalarım herkesin gözü önünde...

Çok utanıyorum...”

***

Şimdi Paris’te evli ve iki çocuk annesi Elif Güney Pütün...

Otistik çocuklara psikolojik ve pedagojik eğitim veriyor...

Yaşam öyküsü şu satırlarda gizli:

“İçimde aşk var

Acı var...

Onlarla birlikte yaşamayı öğrendim...

İçimdeki küçük kızın elini tutup

Onunla ilerliyorum bilinmeze doğru...

Ama güvenliyim...

Biliyorum artık;

Aşk oldukça yaşam da var...

Bir odadan bir odaya geçtim...”

***

Elif Güney’in gönderdiği kitaptan oluşturduğu bu kısa öyküyü darbelerin “öksüz bıraktığı” çocuklardan bir tutam anı olarak yayınlıyorum...

Alttaki sütunlarda Zeynep Erbakan’ın 12 Eylül ve 28 Şubat günlerinde babasıyla yaşadıklarıyla ilgili anılarından bir demet var...

Sadece darbeler değil...

Bugün de dahil her dönem...

Siyasi hesaplaşmaların “kanlı ve şiddetli olduğu” toplumlar, geleceğe “öksüz ve acılı çocuklar” bırakırlar...

Hayat karşılıklı siyasi hesaplaşmaların gaddarlığında, farklı olduğunu zanneden insanların, öksüz, acı içinde bırakılmış, çocuklarının travmalarla dolu ortak paydasında küskün ve sevimsiz bir karamsarlıkta devam eder...

Bir gün Steven Spielberg gibi birileri her şeyi toptan sorgulayacağı bir yerde Schindler’in Listesi (Schindler’s List) diye bir film çekene kadar...

*****

ZEYNEP ERBAKAN’IN BABASIYLA İLGİLİ ANILARDAN...

“12 Eylül, 12 yaşlarımda olduğu için beni daha çok etkiledi...

Babam o gün, sabahleyin kalktı...

Haberi duyunca hep yaptığı gibi, abdest alıp namazını kıldı...

Ondan sonra annemi çağırdı...

Bize gelmeyin dedi...

Sonra annemin bize anlattığına göre, tavsiyelerde bulunmuş ve şöyle demiş: “Birtakım şeyler olabilir. Hiçbir zaman Cenabı Allah’a teslimiyetinizi kaybetmeyin. Çocuklara söyle üzülmesinler.”

***

Sizin o dönemde rahatsızlandığınız söyleniyor?

Evet. Askeri araç gelip de götürüldüğünü görünce, 12 yaşının etkisiyle kendimden geçiyorum...

Fenalaşıyorum...

Beni hastaneye kaldırıyorlar...

Tansiyon, 15-23 olmuş...

Hastaneye gelişimde, anneme yüzde 75 felç demişler...

Vücudumun sol tarafında kısmi felç olmuş... Annem çok üzülüyor... Ama hamdolsun, sıkıntı olmadan atlatmışız...

Ertesi gün, cezaevinde görüş imkânı tanınıyor...

Belli yaştan küçükleri kabul etmiyorlar...

Ancak ilk ziyaret olduğu için kim kimi isterse getirsin deniliyor. Benim de hastaneden 3 günden önce çıkışıma izin vermiyorlar... Hastane başhekimine “Ben de gideceğim. Çıkartmazsanız kaçarım” dedim...

Doktor kesinlikle olmaz diyerek karşı çıktı ama bu sırada, anneme baktı. O da ‘Yapar’ deyince çaresiz izin verdi. Böylece görüşmeye ben de gittim.

***

Görüşmede neler oldu?

Merkez kumandanlığında yaptığım en güzel şey, ona gizli bir şey sokmaktı... Çoğu yiyeceği almıyorlar...

Patates götürseniz dahi tek tek içine bakıyorlar. Evden yemek götürmek için rahatsızlığı var diye özel rapor aldık. Çikolata getirmek yasak... Ancak babam da çok sever...

Alırdım, cebime koyardım. Önümüzdeki grup girerken, diğer grup çıkarken 50 kişilik bir kargaşa oluyordu. Ben o grupla girerdim. O sırada çikolata veya vereceğim gizli bir mektup, emanet, para ne varsa önceden verirdim... Sonra annemler gelince, sessizce yeni gelmiş gibi yapardım.

***

Babanız, 28 Şubat’ta eve geldiğinde nasıldı?

Gece yarısı eve geldi. Üzerini çıkardı. Pijamasını giydi. O kadar rahat ki. Sanki yurtdışından misafir gelmiş gibi. Mutfağa oturdu. ‘Hadi bakalım bir soda verin’ dedi. Annem bir taraftan Kuran okuyor, bir taraftan ağlıyordu. İyi şeyler olsun diye dua ediyordu. Bir yandan gelen telefonlara cevap vermeye çalışıyordu. Annem bir telaş ve merakla ‘Ne oldu, kim ne dedi, hadi anlat!’ diye soru yağdırmaya başladı. Babam ise, “Sen sakin ol. Otur şuraya. Olacak bir şey yok” dedi. Sodasını içti. Sonra “Şimdi geç saat oldu. Gece de kalkacağız. Şimdi gidip yatalım. Sabahleyin inşallah görüşürüz” dedi. Önemli hadiselerde hep böyle cevap verirdi. Sonra fotoğraflarda görürsünüz, hafif yan duran bir takkesi var. Onu giydi. Zaten takkesiyle yatar, kalkar. O şekilde gidip yattı, her zamanki gibi gece teheccüde kalktı, sabahleyin de namaza. Annem sabaha kadar hiç uyumadı. Ama tabii sabaha kadar da annem sakinleşmiş oldu.

***

Zor süreçlerde size göre en önemli olay neydi?

12 Eylül’deki davalardan birisi de eroin kaçakçılığı iddialarına ilişkindi. Annem o dava açılınca, beni önüne çekti ve otur şuraya dedi. “Artık benim gücüm kalmadı. Baban idam edilecek. Kendini öyle hazırla. Edilmezse, sevin” diye konuştu. Artık dayanacak gücü kalmamıştı herhalde.

Siz o zaman ne düşündünüz?

O an, ne olur diye düşündüm. Herhalde, ‘Babasız kalırım’ dedim. Ardından ‘Kaza sonucu da ölebilirdi’ diye düşündüm. Sonra, annem bize biraz daha fazla kızar diye geldi aklıma. Çünkü annemin bize kızmasına babam da kızardı...

(VATAN)