Yakasız İstanbul



Kaldırımları kimsesiz kalmıştı ama yine de adım başı insan kaynıyordu İstanbul’da.  Caddenin ortasında arabalarla birlikte seyir eden insanlar bir hayli çoktu ve herkes başka bir âleme dalmıştı sanki. Kendilerine çarpmak üzere olan araçlara bile aldırmadan, başları önlerinde eğik dolaşan, uyurgezer toplulukları izledim bir süre. Dertliydi herkes ve bu çok belliydi yüzlerinden. Güneş tüm buğusuyla yansıtırken ışıltısını, sıcaktan bitap düşmüştü insanlar, nefes bile almak mümkün değildi neredeyse.

Yaşamanın korkuya dönüştüğü bir hüzündü İstanbul kimine, kimine göre de, zirvesiydi yaşama sevincinin. Mesela, lösemi olan ve ömrünün son zamanlarını evinde karantina altında geçirmek zorunda kalan bir çocuk, aynı zamanda da elindeki küçük kırmızı topuyla, hareket halindeki Metro’nun içinde boydan boya koşarak oynayan, yuvarlanan çocuğun sevinci.  Hepsi karışmıştı birbirine bu şehirde. Hangi duyguyu yaşayacağımı bilemediğim bir anda ve gözlerimi kapadım tüm düşlere.

Kalabalıkların içinde kaybolmak istedim bir an ve izledim insanları, dinledim suskunluklarını. Herkes bir şeyler konuşuyordu ama kimsenin ne dediği anlaşılmıyordu bu şehirde. Sanki dilini bilmediğim bir diyardaydım ve bir o kadar da benleşmişti İstanbul içimde. Bırakmak istemeyip de, son süratle kaçtığım bir düştü. Sona doğru yaklaşmış bir ömür gibiydi İstanbul, yine de, yeniden doğmayı istediğim...

Neyin sancısıydı bu? Neden kıvrandırıyordu beni bu kadar? Sırf ben yaşarım diye nefes bile almazken bu şehir, neydi beni bu kadar ona iten? Aşk mıydı bu, yoksa geçmişe takılıp kalmışlık mı? Belki de kumbaramda biriktirdiğim kırgınlıklarda gizliydi her şey. Kim bilir... Ne kadar da çok soru var cevabını bilmediğim bu şehre dair.
 
Ne onunla ne onsuz ama her zaman sonsuz bir aşkla kavrulacak sevdalarda yanası bu yüreğim ve dumanını görenler, bin parçaya bölünecek.