Sosyal hesaplar biraz da şımarma, şımartılma yeridir aslında. Nasıl baktığınıza göre değişir ama ben çoğu zaman, ilgi isteyene ilgi, bilgi isteyene de bilgi veriyorum. Çünkü evrenin dengesi verme-alma üzerine kurulmuştur. İnsanlara taşımaları için güzel duygular verirseniz, size verilenleri de çok güzel taşırsınız. Biri size şeker uzattığında, “yok ben yemem” deyip, geri çevirmek yerine, teşekkür edip sonra yemek için cebinize koymak çok daha kıymetlidir. Herkesin yüzünde tebessüm olur. Verme-alma dengesi bu kadar basittir aslında. İkram edileni almak esastır.

Elbette diyetisyene ayda 900YTL verip, şöbiyeti, ikram ediliyor diye yemekten bahsetmiyorum, burda işin içine niyet giriyor. “çok severim ama rejimdeyim, teşekkürler” demek de bir verme-alma dengesidir. Yine kimsenin kalbi kırılmaz. Sonrasındaki, “ölümü ye bir taneden birşey olmaz…” ise hiç bir dengeyi temsil etmez, direnmeye devam edilmelidir...  

Ben de son zamanlarda biraz şımartılmaya, “aferin kız… bu yaştan sonra helal olsun…” falan diye duymaya ihtiyaç duyuyorum sanırım, sosyal medyamda bir üniversite sözleri paylaşıp duruyorum. Gerçekten de benim gibi düşünen çok arkadaşım var demek ki, çoğu zaman onların desteği ile ödev tamamlıyorum, sağolsunlar.

İşin gerçeği şu, 2 yıldır öğretmenlik yaptığım okulda bana dediler ki, “tamam öğretmensin de biz seni üniversiteye yollasak 2 yıl, senin de Öğrenme Zorluğu Olan Çocukların Öğretmeni diye bir ismin olsa, bizim daha çok işimize yararsın. Bak bu üniversite çok pahalı, hem çalışıp hem okuyacaksın, biz senin suyunu çıkaracağız, ayrıca 3 yıl bizde mecburi çalışacaksın, ama bak şimdi üniversiteye gitmek istesen paran yetmez, vaktin olmaz.” Bu İngiliz'lerin verirken çatır çatır almaları meşhurdur. Sen sana güzellikler yapıyor diye düşünüp içinden “Allah İngiliz'i korusun” derken, bir bakmışsın, 32 saat dersi yığmış, 3 ödev vermiş, ara sıra da hatırlatıyor, “yalnız bu üniversite çok pahalı”

Sen arada kendini yırtıyorsun, “ben 1 üniversite bitirdim, 2 master falan…..”

“bizde mi yaptın koçum” deyip seni dersinin başına yolluyor. Yani şu an mecburen hoca iken öğrenciyim. Verme-alma dengesi içinde, uykusuz geceler geçiriyorum ama dengedeyim. Hem de üniversite çok pahalı.

Üniversitedeki sınıf ortalama 30 kişi ve 3 kişinin ana dili İngilizce değil. Ödevimiz gereği hepimiz kendi okullarımızda öğretmenlik yaptık, kameraya kaydettik ve gruba izletip, “olmuş olmamış”ları derleyip 2000 kelimelik bir rapor yazacağız.

Sunum sırası, Porto Riko’lu arkadaşa geldi. Yıllardır en ağır öğrenme güçlüğü olan çocuklarla çalışmış bir sınıf öğretmeni. Onun üzerindeki baskıyı da anlıyorum ancak çıkar çıkmaz ilk söylediği cümle, “İngilizce ana dilim olmadığı için özür dilerim”. İngiliz dostum resmen beklentileri ile kızcağızı ana dilinden utandırmış...

Ve İngiliz dostum öyle güzel bir cevap verdi ki, övdü mü, yerdi mi hiç bir yere oturmadı. Kızcağız ne hissetti bilmem ama ben küçümsediğini iliklerimde hissettim, çünkü bu cevabı ilk defa duymuyorum:

“aaa üzülme, biz de Port Rikoca bilmiyoruz ne var ki” (İspanyol'ca olmasın o?)

Sıra bana gelmişti ve damarlarımdaki o Türk kanı, 10. Yıl marşını haykırıyordu….. Dedim ki kendi kendime, “Hadi Ebru göreyim seni, dök şu İngiliz'leri denize. Hazır hepsi seni dinliyorken, ver şu İngiliz'lerin dersini….biz olmasak siz var ya…..”

Elbette ki böyle çıkmadım, çünkü üniversite çok pahalı, atılmayı göze alamam. Ama dedim ki;

“Ben özür dilemiyorum İngilizce ana dilim olmadığı için. Hatta çok da gururluyum, dilinizi, ülkenizde, sizin ana dilinizde ders anlatacak kadar iyi bildiğim için. Ve büyük ihtimalle, dil kurallarınızı sizden daha iyi biliyorum, çünkü ben o kuralları öğrenmesem sınıfta kalırdım.

Siz şu an benim karşımda, benim için 30 kişilik bir tehdit grubusunuz. Benim ilkel beynim sizi böyle görüyor. Başarısızlık, yeterizlik korkusu, yanlış yapma korkusu yaşıyor. Ve içimde devamlı bir kaçma kurtulma dürtüsü var. Tabii ki yapamam (çünkü üniversite çok pahalı) Bu tehdit karşısında beynim, en güvende olduğu yerde, ana dilimde kalmak için beni zorluyor. Ama ben de kalmamak için savaşıyorum, o sebeple, Türkçe düşünüp, İngilizce'ye çevirip, İngilizce aktarıyorum dersi. Yani ben herkesten 2 kat fazla iş yapıyorum. 

Ana dili İngilizce olmayan çocuklar için durum daha farklı, daha ilkel. Onlar da sizleri tehdit olarak görüyor, ama benim gibi ilkel beyne söz geçiremedikleri için, ya saldırganlaşıp size savaş açıyor, ya da yalnızlaşıp sizden kaçıyor. Neticede öğreniyor ama süreç genelde bu. O yüzden lütfen ana dili başka olan birini çabalarken görürseniz, ona sarılın.”

Bu asrın konuşmasından sonra, alkışlar konfetiler ve nadim olma bekledim aslında. Ama yine o İngiliz dostum muhteşem, üzerine hiç bir şey almadığı tavrı ile, dedi ki;

“aaaa sen ondan dura dura konuşuyorsun…. Seni anlıyorum… Neyse çocuklar daha iyi öğrenir en azından.”

Verdiğim hiç bir şeyi almamışlar meğer…..