Beşiktaş Kadıköy iskelesinin yanı başında ufak bir çay bahçesi vardı. Beşiktaş’ta üniversiteli öğrencilerin buluşma, Kadıköy’den gelen yolcuların da kavuşma yeriydi. Üstü kapalı olmayan, büyük saksılar içinde fıstık çam ağaçlarıyla çevrili bu uğrak yerinde, coşkulu, kendine çeken sohbetlerin güzelliği mekana gelmeden, daha uzaktan iskeleye doğru yürürken bile farkediliyordu.

Arkaplanda İstanbul manzarası eşliğinde Kız Kulesi’nin izlenebildiği, doyumsuz renk cümbüşü içinde gün batımına tanıklık edildiği, mis gibi deniz havasında vapurların hareketli saatleri ve insanlarının kalabalık uğultularının arasında, sokak lambalarının aydınlattığı bu ortamda, adeta her şey iç içeydi.

Küçücük tahtadan taburelerin dar alanda sıralanmış haliyle insanlar sırt sırta, omuz omuza sohbetler ederken, kimsenin kalkıp da evine gidesi gelmezdi. Birilerinin üniversite hocalarını yana yakıla eleştirdiği, birilerinin yirminci yaş günü kutlamasının olduğu, birilerinin aşkından nasıl da fena ayrıldığı, birilerinin aniden karşısına çıkan o güzel kızı heyecanla anlattığı, sevgililerin yanak yanağa sarılmalarıyla, bitmeyen çocukluk anılarıyla bütünleşirdi çay bahçesi. Bir de akşamları çıkan Karaköy poğaçasını sıcak sıcak dumanı üstünde tepside dağıtan çay bahçesinin işletmesine ortak olarak bilinen Mehmet Abi.

Sonbaharın son ılık akşamlarından birinde, masanın üstünde duran boş çay bardağını tek eliyle almaya çalışan çelimsiz garson, aynı zamanda başka bir masaya diğer elindeki dolu tepsiden taze bir çay koymasıyla birlikte aniden dengesini yitirdi, sendeledi; az kalsın bir tepsi dolusu sıcak çay milletin ensesinden aşağı dökülecekti. Ama alışkın olduğu çevik bir hamleyle, bir çapraz ayak hareketiyle buna meydan vermedi. Kaymanın etkisiyle çay tabaklarına saçılıp dökülen çay ise garsonun kirli yün süveterine hızlıca alelacele sürülüp kurulandıktan sonra tekrar servis edildi. Kimsenin buna aldırış edecek hali yoktu. Dedim ya burası salaş bir yer. Ama asıl şaşırtacak olan ve bu insan yüzü kalabalığının ardına gizlenmiş şey için gözünüzü deniz manzarasından uzaklaştırıp sokağa, tam tersi yöne, arkaya bakmak gerekiyordu.

İskelenin giriş kapısının önünde dokuz on yaşlarında birkaç çocuk plastik topla maç yapıyorlardı. Bu küçük alanın her köşesine hakim, burada defalarca maç yaptıkları için her karışı ezberlerinde olan çocuklar, futbol sahasında oynuyorlarmış hayaliyle bir oyun kurmuşlardı. İçlerinden biraz yaşça büyük, daha uzun boylu olan biri yüksek sesle kendi kendine maçı “naklen” yayınlıyordu. Yaşayarak, bağıra çağıra, heyecanla hayalinde süsleyip püslediği maçı, “olması gerektiği gibi” anlatıyordu. Bu durum bana Jack Nicholson'un başrolünü oynadığı “Guguk Kuşu” filmindeki sahneyi hatırlattı. Sanki maç varmış gibi yüksek sesle maçı anlatarak hastane ortamını coşturan ve hemşireyi kızdıran karakter McMurphy gözümde canlanıvermişti.

Vapur için bekleyenler bir kenarda durmuş, çocukları izliyordu tıpkı benim gibi. Çocuklar birbirlerinin kollarını çekiştire çekiştire topa vuruyor, aralarındaki rekabetin hırsıyla koşuşturarak topu bir daire içinde döndürüp duruyorlardı. “Veee ortaya çıkan Ertan vuruşu kurtardı. Yakın mesafeden atak devam ediyor!” diye maçı seslendiren, kafası dikişli yara izleriyle dolu çocuk, yırtık ayakkabısının bağcıkları çözülmüş yere sarkan iplerine basarak kendini beton zeminde bulsa da aldırış etmeden yeniden kalkıyor, topu karşılamaya çalışıyordu.

Sonunda ev sahibi konumunda olan vapur işletmesi görevlileri duruma müdahale etmeye karar verip çocukları uzaklaştırmak istese de, çocukların maçı sonlandırmaya niyeti yoktu. Bu gergin anlarda plastik top birdenbire sert bir vuruşla deniz ile karayı birbirinden ayıran yüksek demir parmaklıkları aşarak denize düştü. Tam o sırada Kadıköy vapuru da iskeleye yanaşmaya çalışıyordu. Vapurun manevrasıyla plastik top kıyıdan daha da uzaklaşıverdi. Çocuklar ilk defa böyle bir olayla karşılaşmış gibi ne yapacaklarını bilmeden büyük bir hoşnutsuzluk içinde demir parmaklılara tutunup denize atlamayı istercesine topa bakıyorlardı. Yapacak bir şey yoktu. Plastik top, köpüklü dalgalara eşlik ederek dans ediyordu. Çocuklar vapur görevlilerine yalvararak vapura binmeyi istediler. Vapurdan uzatacakları bir dal ya da sopayla plastik topu kurtarmanın peşine düşmüşlerdi. Sanki olabilirdi… Belki de… Neden olmasındı ki?

Görevliler böyle bir şeyin elbette mümkün olamayacağından emin, çocuklara bağırmaya hatta iskeleden uzaklaştırmak için onları iteklemeye başladılar. Birkaç çocuk, birkaç üniformalı görevli tartışmaya devam ederken çay bahçesinin Mehmet Abisi birdenbire koşarak olayın içine dalıp “Umurumda değil o plastik top buraya gelecek! Ne var biriniz alıp geliverseniz? Çocukları sevindireceksiniz diye aklınız gidiyor!” diye hiddetle bağırdı. Bir yandan da elinde çay kaşığını görevlilere hiddetle sallayarak “Kahvaltıya bana geleceksiniz yine aynı saatte bekliyorum sizi” diyordu. Çocuklar Mehmet Abinin bacaklarına sarılmış, yanlış bir şey olmasından korkarak onu tutmaya, daha da ileri gitmekten vazgeçirmeye çabalıyorlardı. Yolcular bekleyişte… vapur bekleyişte… Her şey öylece kala kaldı derken, iskeleye henüz yanaşmış olan, daha halatlarla iskeleye bağlanmamış olduğunu sonradan anladığımız vapur, makinelerinin sarsıcı, gürültülü, titreten sesiyle tekrar geri hareket etmeye başlamıştı. Hayretler içinde vapurun aniden kalkıştığı bu olağandışı garip hareketine bakıyorduk.

Vapur birkaç manevra daha yaptıktan sonra nasıl olduysa plastik top kıyıya vurmuştu. Sanki bu beklenmedik manevra özellikle yapılmıştı. Olmayacak şey olmuştu. Ya da bizlere öyle geldi. Başka bir nedenden ötürü böyle bir şey olabilir miydi? Olanları vapurdan duyan mı vardı? Kaptan basit bir plastik topu çocuklar adına kurtarmak için yakıt harcar, buna izin verir miydi? Nihayet çocuklar kıyıdaki kayalıklardan plastik topu almayı başarmışlardı. Plastik topun çocuklarla buluşması yolcular arasında da sevinçle karşılandı. Mehmet Abi dahil herkes gülümsüyordu. Çocuklar mutlu, birbirlerine sarılarak hızlıca iskeleden uzaklaşmışlardı bile. Olayların dinmesiyle iskelede her şey normale dönmüş. kızgın vapur görevlilerine ısmarlanan şekerli kahveyle de konu tatlıya bağlanmıştı.

Çay bahçesi zaman içinde kaybolsa da plastik top ve vapur, gizemini hatıralarda koruyordu. Anlaşılan o ki bazı koşullarda bir şeyi gerçekten istemenin ve yapmanın “tam zamanı” gelebiliyordu. Bunu bilerek anımsamak ve gülümsemek yeterliydi.