TÜRKİYE-İran ilişkilerindeki gerilim, komplocuların iştahını bir hayli kabartmışa benziyor.
Ortadoğu coğrafyasında "komploculuk hastalığı" gerçekleri saklamak için ustaca ve sıkça kullanılır. Psikolojik harekâtın ve asimetrik operasyonların yaşamın olağan bir parçası haline geldiği bu topraklarda, gerçekte ne olup bittiğini öğrenmek sanki haramdır.
Bu nedenle, örneğin, "Türkiye-İran ilişkileri neden bozuluyor, hata nerede?'' sorusuna cevap bulmaya çalışmak çoğu kez beyhude bir çabaya dönüşür.
İran'a karşı maalesef yaygın ve basit bir akıl yürütme var: Mademki Tahran, İsrail ve Amerika'ya karşıdır, o zaman yaptığı her hal ve şartta doğrudur..."
Bu minvalde düşünürsek Tahran'ın, Suriye'deki diktatörü desteklerken bile haklı ve doğru(!) bir eylem içerisinde olduğu iddia edilebilir. Öyle ki bu şekilde düşünenlere göre diktatör Esad, 30 bin Suriyelinin ölümü, milyonlarcasının ülkesini terk etmek zorunda kalmasından sorumlu tutulamaz; ama Türkiye yaşanan trajedinin neredeyse tek sorumlusu ilan edilir.
Bu akıl yürütmenin gerekçesi çok açık: "Türkiye NATO üyesi ve Batı blokunda yer alıyor; öyleyse Türkiye'nin Ortadoğu coğrafyasındaki hiçbir tutum ve davranışı haklı, makul ve doğru olamaz."
Böyle bir akıl yürütmeyi, yakın tarihi gerçeklere dayanarak yanlışlamak mümkün. Ortodoks, Slav, Sırp Miloseviçler de Batı ve NATO karşıtıydılar, Balkanlar'da büyük katliamlar yapıyorlardı. Onları da salt Batı karşıtlığına sarılıp meşrulaştırmamız mı gerekiyordu?
Türkiye tıpkı bugün Suriye'de yapmaya çalıştığı gibi, NATO üyesi bir ülke olarak o dönemde, ABD Başkanı Clinton'ı ikna edip Bosna'daki trajediyi durdurmaya çalışıyordu. Nedense o dönemde çok haklı olduğumuzu söyleyenler, bugün Suriye'deki katliamlardan Türkiye'yi sorumlu tutma cüretini gösterebiliyorlar.

İRAN'IN BİTMEYEN TEHDİTLERİ
İranlı yetkililer, "Suriye'de akan kandan Türkiye sorumlu", "Türkiye, Suriye'de Amerikan çıkarlarına hizmet ediyor", "Türkiye'nin desteği, Suriye'deki masum insanların ölümünün başlıca nedeni...'' gibi ifadelerle Baas rejiminin cinayetlerini ısrarlı ve sistematik bir biçimde Türkiye'nin üzerine yıkmaya çalışıyor. Üstelik Türkiye'ye yönelik farklı seviyedeki eleştiri ve ithamlar sadece Suriye ile sınırlı değil.
Generalinden dışişleri yetkilisine, Ayetullah Humeyni'nin askeri danışmanı Yahya Rahim'den İran Parlamentosu Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Sözcüsü Hüseyin Nakavi'ye kadar birçok yetkili, sıranın Türkiye'ye geleceğini iddia ediyor. Hatta bu isimler, Türkiye'nin kendi iç karışıklıklarına bakması gerektiği ve bir saldırı halinde önce Türkiye'deki Kürecik Üssü'nü vuracaklarını açıktan ifade etmekte hiçbir sakınca görmüyor.
Bu kadar çok suçlamaya ve açıktan hedef ilan edilmesine rağmen Türkiye'nin İran'a yönelik en yüksek dozlu açıklamasında bile itidal kaygıları göze çarpıyor. "Kimse kalmadığı zaman İran'ın yanında Türkiye vardı. Öldüren rejimi savunmanın bizim inancımızda yeri var mı yok mu, İranlılara soruyorum" diyen Başbakan Erdoğan, alışıldık sert üslubunun dışında çok daha ılımlı bir tavırla eleştirilere cevap veriyor.
Tüm bunlar yaşanırken ise İran'ın PKK'ya destek verdiği ve Türkiye içerisinde İran ajanlarının cirit attığı kanıtlarıyla ortaya çıktı.
İsrail veya Amerika, Türkiye ile İran'ın arasını açmaya çalışıyorlarsa hiç mesailerini boşa harcamasınlar. Zira Türk tarafının tüm çabalarına rağmen İranlı yetkililer zaten hemen her gün gerilimi artırıcı bir demeç veya fiili bir tehditle kapımızı çalıyor.
Hâlâ komplo teorileriyle meşgul olanlar, bu kadar açık oynanan bir oyunu nasıl perdeleyecekler, merak etmemek elde değil.
Daha önceki yazıda da ifade ettim; Türkiye-İran ilişkilerini komplo teorilerinin basitliğine ve renksiz Doğu-Batı karşıtlığına hapsedemeyiz. Ancak mevcut algımızı değiştirebilirsek, duygusallıktan uzak ve gerçekçi veriler ışığında daha az sorunlu bir gelecek kurmamız mümkün olur.



(Haber Türk gazetesinden alınmıştır)