Sadece Rum-Yunan devlet politikaları değil, bazen Rum-Yunan araştırmacı ve akademisyenlerinin Türkiye ve Türkiye ile ilişkiler konusunda vardıkları sonuçlar ve tavsiyeler de beni hayrete düşürmektedir. Aslında “böyle bir makaleyi gündeme getirip kritiğini yapmak değer miydi” diye de çok düşündüm. Ancak Panayiotis Tilliros adlı Kıbrıslı Rum yazarın (http://cceia.unic.ac.cy/wp-content/uploads/EMPN_59.pdf) adlı sitede yayınlanan “Cyprus in the tentacles of the great energy game of the Eastern Mediterranean and the Turkish ‘blue homeland’ ” adlı makalesinde okuduklarım, şimdiye kadar okuduğum yazıları defalarca katladı ve beni hayrete düşürdü. Hem geleneksel maksimalist Rum-Yunan tezini yansıttığı, hem de Rum-Yunan stratejik kültüründe mevcut inanılmaz gerçekdışı maksimalist beklentileri yansıttığı ve bu çerçevede Rum-Yunan tarafının bir nükleer güç olması gerektiğini dahi ileri sürdüğü bu makaleyi aşağıda değerlendiriyorum.

SALDIRGAN YAYILMACI TÜRKİYE VE MAĞDUR RUM-YUNAN TARAFI PROPAGANDASI

Rum-Yunan tarafının dış politika stratejisinde kendi maksimal hedeflerini gizleyip büyük güçlere Türkiyenin güçlü ve saldırgan olarak gösterilmesi ve kendilerinin de saldırganlığın hedefi ve mağduru olduğunun gösterilmesi ana hedeftir. Burada hedef Türkiyeye karşı büyük güçlerden destek alarak kendi maksimal hedeflerine ulaşmaktır. Bu her dönemde böyle olmuştur. Bunu sık sık tarihte görüyoruz. 1945 sonrası Rum-Yunan tarafı Dünyada adada masum görünen “Kıbrıslılara self determinasyon hakkı” isterken aslında adanın tümünü Yunanistana bağlamak, yani Enosis istiyordu.

Ayni şekilde Rum-Yunan tarafı Kıbrısta 1960 larda Enosis- yani adayı Yunanistana bağlama- mücadelesi verirken ve hatta adaya 20 000 silahlı Yunan askeri getirdiğinde bile, bunun nedenini Türkiyenin adaya tehdit oluşturmasını göstermekteydi. Tabii bu askeri güç daha sonra Enosis için Kıbrıslı Türklere karşı geniş çaplı saldırlara girişmişti. Şimdi de burada ayni manevra yapılmaktadır.

Tilliros, Yunanistan’ın bölgede maksimalist hedeflerinin nasıl büyük bir sorun yarattığından bahsetmemekte ve esas sorunun Yunanistan’ın Türkiye’yi caydıramaması olduğunu ifade etmektedir. Yani Yunanistan, Ege’de karasularını 6 milden 12 mile çıkararak, Ege’nin % 70’ten fazlasını kontrol edeceğini ve Meis adası ile de tüm Doğu Akdeniz’i kontrol edip en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye’yi kıyı devleti haline getirip enerji denkleminden dışlama stratejisini bir sorun olarak bile görmemektedir. Kıbrıs’ta da zaten Kıbrıs Türkleri’nin varlığından ve haklarından da habersizdir veya pek dikkate değer bulmamaktadır. Yazara göre Türkiyenin Mavi vatan stratejisi ve bölgedeki enerji hatları üzerindeki kontrolü tüm bölge ülkelerine de tehdit oluşturmaktadır. Bu ülkeler de gerekeni yapmalı ve Türkiyeye karşı çıkmalı ve onun enerji hatları üzerindeki bu kontrolüne fırsat vermemelidirler.

Sevilla Haritası Rum-Yunan tarafına göre tartışmalı bile değildir çünkü UNCLOS ve uluslararası hukuk kendi görüşlerine göre bunu Yunanistan’a zaten vermiştir ve bu iş bitmiştir. Bunlar zaten onundur ve tüm sorun, bunun Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’nin bu oyunu bozmamasıdır. Bunun için de caydırıcı güç lazımdır. ABD ve AB nin kendisine verdiği destek yetmezmiş gibi şimdi Tilliros gibi yazarlar da Rum-Yunan tarafının Türkiyeyi caydırmak için nükleer silahlarla ve dehşet dengesine ihtiyaç duyduğunu söylemektedir. Böylece Thucydides Tuzağına düşülmeyecek ve iki güç arasında Atina ve Isparta arasında olduğu gibi bir yıkıcı savaş olmayacaktır.

Rum-Yunan tarafı Türkiye’nin bir enerji merkezi olmaya çalıştığını, Türkiyeden geçen çok sayıda boru hatı olduğu, Avrupa’nın Türkiye’den geçen enerji hatlarına bağımlılığının artmasının tehlikeli olacağını ifade etmektedir. Hatta daha geniş Mavi Vatan doktrini çerçevesinde böyle geniş bir alanda Türkiye’nin enerji kaynaklarını kontrol etmesinin Avrupa için ciddi bir tehdit olacağını ifade etmektedir. Türkiye'nin Akdeniz ve çevresinde bu kadar geniş bir deniz ve enerji kaynağı kontrolü sağlamasına izin verilmesinin, sadece bölgesel aktörler ve Batı için değil, aynı zamanda mevcut jeostratejik alt sistemler için de büyük bir tehdit oluşturacağını iddia etmekte ve bunun başta Arap dünyası olmak üzere birçok ülkenin güvenliğini ve siyasi düzenini tehlikeye atmaktadır demektedir.

-Ona göre, Türkiye'nin “mavi vatan” politikası yayılmacı olup, hem Yunanistan, hem de Kıbrıs için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor. Bu bağlamda, Türk zorlayıcı taktiklerine karşı koymak için her iki devlet de etkili bir caydırıcılık stratejisi geliştirmelidir. Bu nedenle Tilliros, Türkiye'nin Helenizm'e yönelik tehditlerini sona erdirmenin kesin bir yolu olarak nükleer silahlar elde etmek ve böylece nispeten olumsuz gösterge eğilimleri göz önüne alındığında bir dehşet dengesi kurmaktır demektedir. Nükleer yetenek, olası saldırganlığa karşı nihai caydırıcı olmaya devam ediyor diye ilave etmektedir.

PROPAGANDANIN GERİSİNDEKİ GERÇEKLER

Tilliros, makalesinde, Rum-Yunan tarafının AB ve ABD desteğiyle Türkiye’ye Sevilla planını empoze etme stratejisinden hiç bahsetmemekte, bu politikanın Türkiye'ye nasıl haksızlık yapıp onu denizlerde bloke ettiğini, Antalya körfezine hapsedip hidrokarbon enerji denkleminden tamamen dışladığını hiç konu etmemekte, ancak Türkiye'nin buna karşı geliştirdiği Mavi Vatan politikasını saldırgan bir revizyonizm (aggressive revisionism) olarak nitelemekte ve buna karşı bir politika geliştirilmesini savunmaktadır.

-Tilliros, Türkiye gibi 85 milyonluk, potansiyeli yüksek ve stratejik konumu ile büyük ağırlığı olan ve her gün bunu artıran bir ülkeyi, AB desteği ve birkaç bölge ülkesi ve Körfez Arap ülkeleriyle sınırlamaya çalışmanın beyhude olacağını bir türlü anlamamaktadır. Tersten bakalım. Rum_yunan tarafı Türkiye’ye rağmen bölgede bir oyun kurup jeopolitik olarak Türkiye'yi oyun dışına itmenin imkansız olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Zaten halen çok sayıda enerji hattının geçtiği bu ülkeyi, Güney Kıbrıs’ta kurulan LNG merkezlerini geliştirerek saf dışı bırakmaya çalışmak da nasıl bir hesaptır anlamak mümkün değildir. Oysa ki, dış destekle Türkiye’nin yükselişini önlemek yerine, onunla işbirliği yapmak çok daha avantajlı bir yoldur.

-Ayrıca Tilliros, Türkiye-KKTC arasında döşenecek bir boru hattının bölge doğalgazını Avrupa'ya taşıyacak en ekonomik yol olacağını, taşımanın çok daha ucuza yapılabileceğini ve bu gazın Türkiye'nin mevcut boru hatları vasıtası ile Avrupa'ya kolaylıkla gönderilebileceğini belirtmemektedir. Ayrıca Türkiye’nin de bu gazın önemli bir bölümünü satın alabileceğini, bunun da oldukça büyük bir avantaj olduğundan bahsetmemektedir. Kıbrıs-Türkiye boru hattının inşası ve işbirliğinin Rum yönetimi ve Yunanistan bayraklı gemilere Türkiye'de büyük iş imkânları yaratacağını da görmek istememektedir. Bunun ise siyasi tansiyonu düşürüp bölgede sorunların çözümüne büyük katkı yapabileceğini de görmek istememektedir.

-Tilliros, önce East-Med olarak bilinen ve Güney Kıbrıs’tan Girit ve İtalya’ya uzanacak doğalgaz boru hattının pratik, ekonomik ve gerçekçi olmadığını ifade etmekte; ancak sonra da, Türkiye’den Kıbrıs’a inşa edilecek doğalgaz boru hattının iptal edilmesi karşılığında, bu East- Med boru hattının iptalinin kabul edilebileceğini belirtmektedir. Yazıdaki tezat gerçekten dikkat çekicidir. Eğer East-med boru hattından gelecek doğalgaz, iddia ettiği gibi çok pahalı olacaksa ve boru hattı teknik olarak da çok zor olacaksa, zaten bu boru hattının inşa edilmesi için kimse bunu finanse etmeyecektir demektir ki, durum şu anda budur. Ne diye Türkiye kalkıp böyle hayali bir proje için kendi projesini iptal etsin?

-Bir başka iddia, Türkiye'nin böyle bir boru hattı yapılırsa, Rusya ile boru hatlarında yaptığı gibi, gaz fiyatlarında indirim isteyeceği ve bunun da Kıbrıs’ın zararına olacağını iddia etmekte ve bu nedenle Türkiye’ye doğalgaz boru hattı yapılmasına karşı çıkmaktadır. Burada Tilliros'un economist olmasına rağmen bu konu hakkında pek detaylı bilgi sahibi olmaması şaşırtıcıdır. Burada Türkiye sanki de baskı ile fiyatları düşürmek için şantaj yapmaktadır gibi bir hava vermektedir. Aslında durum tam tersidir. Türkiye, Rusya anlaşma imzalarken kabul edilen fiyatlar nedeniyle, dünya piyasalarında düşen fiyatlara karşın Rusya'ya yüksek fiyat ödemeye başlamıştı. Bu ikili anlaşmalar sona ermek üzere olduğundan ve Türkiye kendisi de yakında Karadeniz’den doğalgaz çıkaracağı için her ticari anlaşmada yapıldığı gibi bir pazarlığa girmiştir. Bu normaldir. Eğer Rusya bu fiyatları düşürmeseydi, Türkiye başka yerden doğalgaz alacaktı. Bunu her ülke yapmaktadır ve her boru hattı için geçerlidir.

Her ülke, enerjiyi nereden daha ucuz ve güvenli bulabilirse oradan alır. Bu ekonominin gereğidir. East-Med boru hattı gerçekçi olsaydı ve inşa edilseydi, AB de aynisini yapacaktı. Her zaman alıcı, doğal olarak, daha ucuza enerji bulmaya çalışacaktır.

-Ancak bu ekonomik iddiaları öne atan Tilliros, sonra dönüp Türkiye’den Kıbrıs’a inşa edilecek doğalgaz boru hattına Cenevre’de 5+1 toplantısında ve sonrasında tümüyle karşı çıkılması gerektiğini çünkü boru hatlarının daima ithalatçı tarafın eline büyük bir güç geçirdiğini, bunun da kabul edilemez olacağını ifade etmektedir.

Tilliros bir taraftan KKTC-Türkiye arasında inşa edilecek bir boru hattına karşı çıkılması ve asla kabul edilmemesi, diğer taraftan ise Güney Kıbrıs’ta sıvı gaz LNG tesislerinin genişletilmesi ve kullanılmasını savunmakta ve hatta Türkiye de isterse buraya yatırım yapabilmeli demektedir. Her şeyi dönüp Güney Kıbrıs'ta kurulan sıvılaştırılmış gaz terminallerine bağlamaktadır. Eğer Türkiye, Kıbrıs'a doğalgaz boru hattı inşa ederse, bu Rumların LNG tesislerine darbe vuracaktır demektedir. Tüm ümidini de buraya bağlamaktadır.

DEHŞET DENGESİ?

Tilliros’un bir başka önerisine bakalım: Her şeyden önce, Tilliros bir iktisatçıdır ancak burada uluslararası ilişkilerin en derin sularına dalmış ve en sonunda kaybolmuş ve inanılmaz şekilde kendi devletine çok tehlikeli tavsiyelerde bulunmaktadır. Buna kendinin de inandığından emin değilim. Şöyle ki, Helenizm’in, Türkiye'ye karşı savunma stratejisi olarak “Thucydides Tuzağı”ndan yani savaştan kurtulması için nükleer silah elde etmesi gerektiğini savunmaktadır. Yanlış okumadınız, “nükleer silah elde etmemiz ‘dehşet dengesi’ni tesis etmemiz ve böylece Türkiye’yi caydırmamız gerekir” demektedir.

“Dehşet dengesi” ve “Thucydides Tuzağı” gibi kavramlar uluslararası ilişkilerde kolay anlaşılamayan ve her zaman nasıl işleyeceği de belli olmayan karmaşık kavramlardır.

Balance of terror denilen “dehşet dengesi” durumu, iki nükleer güç arasındaki rekabette, iki tarafın da birbirlerini yok edebileceği nükleer güce ve ikinci saldırı kapasitesine (sürpriz bir nükleer saldırıya maruz kalsa bile bir nükleer karşı saldırıya geçip karşı tarafı kabul edilemez yıkım ve tahribata uğratabilecek kapasiteye) sahip olmaları durumumudur. Bu olursa hiçbir tarafın diğerine karşı savaşa girmeyeceği kabul edilir. Bu şekilde de bir nükleer savaş olmayacağı düşünülür. Soğuk Savaş’ta iki süper güç arasındaki mücadelede ortaya çıkmış bir kavramdır.

Tilliros’un konvansiyonel bir savaşı önlemek için nükleer silahlanmaya gidilmesi önerisi, yani iki tarafın da nükleer silaha sahip olması ve böylece bu şekilde savaşın önlenmesi düşüncesi, oldukça acayip ve tehlikeli bir düşüncedir.

Dehşet dengesi, SSCB ve ABD arasında işlemiş olabilir ancak başka kültürlerde, şartlarda işlemeyebilir veya hatalar neticesinde, bu, kolaylıkla trajediye dönüşebilir. Yeni yazılan hatıralardan, Soğuk Savaş döneminde defalarca bu hataların olduğu ve insanların insiyatif kullanarak makinelerin verdiği işaretleri bir kenara itip bir nükleer çatışmayı önledikleri, yani defalarca nükleer savaşın kıyısından döndüğümüzü anlıyoruz.

Burada daha detaylı konuya bakalım: Türkiye nükleer silaha sahip değildir ve böyle bir durumda Yunanistan'ın bu silahı elde etmeye çalışması, Türkiye’yi nükleer silah elde etmeye yöneltecek ve son derece tehlikeli bir silahlanma yarışını başlatacaktır. Bu nasıl Yunanistan’ın avantajına olacaktır anlamak kolay değildir. AB içerisinde bile nükleer silaha sahip olan sadece Fransa'dır.

Zaten zar zor yüzen ve batmamaya çalışan Yunan ekonomisinin böyle bir masrafı nasıl karşılayacağını anlamak da zordur. Öte yandan, Yunanistan’ın nükleer silah yapması için gereken teknolojik altyapıya sahip olmadığı ve bunu elde etmesinin en iyi şartlarda bile çok uzun yıllar ve hatta onyılllar alacağı bilinmektedir.

Yunanistan’ın, ABD ve Fransa gibi ülkelerin onu dolduruşa getirerek Türkiye’ye karşı sattıkları / satacakları F-35 ve Rafael savaş uçakları, korvetleri ve diğer silahları nasıl ödeyeceği zaten ciddi bir soru işaretidir. Diğer taraftan Yunanistan'ın öteki yakın müttefikleri böyle bir adıma ne diyecektir, bu da hiç dikkate alınmamıştır. Yunanistan'ın ekonomik olarak yükünü çeken Almanya ve öteki Avrupa ülkeleri zaten şimdiki büyük Yunan silahlanmasına karşı çıkarken, acaba nükleer silah elde etmeye çalışacak bir Yunanistan'a karşı neler yapacaktır? Bunu kabul edecek ne bir AB ülkesi, ne de NATO ülkesi bulmak mümkün değildir. Tüm dünya böyle bir nükleer yarıştan dehşete düşecektir.

Öte yandan Tilliros’un dediği gibi, iki taraf da nükleer silahlara ve dehşet dengesine sahip olsa, acaba bu kendi düşündüğü gibi Rum-Yunan tarafının Türkiye ile ilişkilerde istediklerini elde etmeyi daha kolay bir hale mi getirecektir? Yunanistan, Ege ve Doğu Akdeniz’de AB ve ABD desteğiyle bu kadar maksimalist hedefler güderken acaba nükleer silah elde edince, bunları daha kolay mı çözecektir? Türkiye o zaman Yunanistan’a “madem ikimizde de nükleer silahlar var, o zaman ben geri çekilip sana Ege denizinin çok büyük kısmının kontrolünü verebilirim mi diyecektir. Veya madem ikimizde de nükleer silah var Doğu Akdeniz’de de ben sadece kıyıları istiyorum Akdeniz’e tüm çıkışlarımı sen kontrol edebilirsin ve açık denizlerdeki tüm hidrokarbon enerji yatakları da senin olsun mu diyecektir. Ya da Kıbrıs’ta tamam artık mavi vatandan da vazgeçiyorum, gel sana Kıbrıs’ı da vereyim mi” diyecektir. Yoksa Libya ile anlaşmayı feshedip bölgeyi Yunanistan’a mı bırakacaktır. Ne diyeyim…

THUCYDIDES TUZAĞI?

Thucydides Tuzağı kavramı eski Yunan tarihinden bilinen ancak Professor Graham Allison tarafından 2015’te bir makalede kavramsallaştırılmış, daha sonra “Destined for War” adlı kitabında daha geniş şekilde işlenmiş ve bu kavram şimdi uluslararası ilişkilerde çok kullanılan bir terim olmuştur. Bu kitapta Allison, yükselen güç Atina ve hegemon Isparta arasında geçen güç mücadelesini ele alıp en sonunda bu iki gücün girdiği yıkıcı savaşı inceler. Sonra da tarihte çeşitli hegemon güçler ve onlara meydan okuyan yükselen güçlerin mücadelelerini ele alır. Bazı durumlarda savaş çıkmış, bazı durumlarda ise taraflar arasında savaş çıkmadan yeni hegemonun yükselmesi mümkün olmuştur. Acaba hangi şartlarda taraflar, Thucydides Tuzağına düşer ve savaş olur ve hangi durumlarda Thucydides Tuzağına düşülmez ve savaş çıkmaz? Ana soru budur.

Allison daha sonra bu modeli kullanarak ABD ile Çin arasındaki güç mücadelesini inceler. Acaba ABD ile Çin arasında bir savaş kaçınılmaz mıdır yoksa bu tamamen mevcut politikalarını değiştirmeleri halinde kaçınmaları mümkün olan bir mega-trajedi midir?

Ancak bu kavram Türk-Yunan ilişkilerine uygulanacak bir kavram değildir. Çünkü bu kavram hegemon ve yükselen güçlerin mücadelelerinde kullanılabilir. Üçüncü tarafların bu modelde en güçlü iki devlet politikalarına pek etki etmeleri mümkün değildir. Tarihte Atina ve Isparta, Helen dünyasında en güçlü iki devletti ve üçüncü tarafların onların mücadelesini de pek etkileme şansı yoktu.

Ancak Türk–Yunan ilişkilerinde üçüncü ülkeler oldukça önemli rol oynar ve bu da Thucydides Tuzağı mantığının uygulanamayacağını gösterir. Türkiye’nin stratejik otonomisi Yunanistan’dan çok daha fazla olmasına rağmen, o bile karar alırken öteki birçok ülkenin kararlarından etkilenir. AB üyesi olan Yunanistan’ın ekonomisi bu kadar borç içerisinde ve dış yardıma muhtaçken nükleer silah üretmeye kalkması nasıl karşılanacaktır ?

Hele AB, doğrudan Yunanistan'ın tüm ekonomisini yüzdürmekte ve dış politikasını da yönlendirmektedir. Yunanistan, Türkiye ile ilişkilerinde AB’den destek almadığı takdirde tıkanmakta ve felç olmaktadır. Atina, her Türk-Yunan sorununu ve Kıbrıs sorununu AB-Türk sorunu haline getirdiğini söyleyerek övünebilen bir ülkedir. Yani o hedefleri seçerek bunun yürütülmesini ve sonuca ulaşılmasını AB’ye bırakır. Bu ise, denklemi çok bilinmeyenli yapar.

Yunanistan, tek başına hiçbir zaman Türkiye ile mücadele edemeyeceğini bilmektedir ve bu nedenle her zaman dış politikası AB ve ABD’de lobi yaparak Türkiye’ye ambargo veya çeşitli ekonomik ve ticari önlemler ve kısıtlama kararları alınması için lobi yapmakla geçer. Bunu başaramayınca da hayal kırıklığı yaşar ve tek yapabileceği bir sonraki AB toplantısında veya Washinton’da yine lobi yapmak olur. Böyle bir durumda, Türk-Yunan ilişkilerinin hegemon ve ona meydan okuyan yükselen gücün mücadelesi çerçevesinde görülüp değerlendirilmesi mümkün değildir.

SON SÖZLER

Aslında Rum-Yunan tarafında yapılması gereken, kendi maksimal siyasi hedeflerini sorgulamaları ve gerçekçi çizgiye kaymalarıdır. Yoksa dış destekle ve silahlanma ile kendi maksimal hedeflerini Türkiye’ye kabul ettirme düşüncesi pek sonuç getirmeyecektir. Şimdi ise AB desteği, ABD'nin Yunanistan'daki ve Güney Kıbrıs'taki askeri varlığını artırması ve silah satışlarının kendilerine hedeflerine ulaşmada büyük fırsat yaratacağı düşünülmeye başlanmıştır. Geçmişte de birçok defa Rum-Yunan tarafı dış desteğin kendine istediği hedefleri elde etmesine yeteceğini düşünmüş ancak sonra büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Şimdi yine böyle bir sürece giriyoruz.

En gerçekçi yol, Egede ve doğu Akdenizde adil bir deniz yetki alanları paylaşımına gidilmesidir. Rum-Yunan tarafı, Türkiye ve KKTC ile bölgede birlikte yaşamayı ve sorunlarını çözmeyi öğrenmek zorundadır. Üçüncü tarafların desteğinin yaratacağı hayaller geçici ve zahiridir. Yunanistan tarihsel olarak büyük güçlerin iç işlerine karışmasından ve yarattığı trajedilerden en fazla şikayet eden ülkelerden biridir. Böyle bir ülkenin liderliği, şimdi en büyük güç olan ABD’ye daha önce hiç olmadığı kadar tavla teslim olup, ona inanılmaz askeri üs kolaylıkları ve yeni üs kurma avantajları verip, dış politikasında ondan destek beklemenin yaratacağı büyük riskleri göremiyorsa, Yunan halkının eninde sonunda bu liderlerden çekeceği var demektir. Yunanistan Batı’dan beklediği desteği aldığı sürece her şeyin yürüdüğü, ancak destek alamadığı durumlarda boşluğa düşerek Türkiye’ye karşı politikalarının ağır bedelini ödeyen bir ülkedir.

Türkiye tabii ki başka bir ligde güreşen bir ülkedir ve aradaki farkın açılması Rum Yunan tarafı için ne kadar rahatsız edici olsa bile, bunun yolu, hayal dünyasına dalıp, nükleer silah üretmeye çalışmak değildir. Bu silahları güvenliği sağlamanın en kısa yolu gibi basit bir olay olarak değerlendirmek hem çok tehlikeli hem de çok yanlıştır. Ege’de de, Doğu Akdeniz’de de Türkiye ve Yunanistan'ın çıkarları vardır ve adaletli bir paylaşıma gidilmesi gerekir. Küçük bir adacığı kullanarak Türkiye’ye Akdeniz’i kapatmak ve bölgedeki enerji denkleminden onu dışlamaya çalışmak veya Ege’nin % 70’lerinin kontrolünü ele geçirmeye çalışmak gerçekdışı bir hedeftir.

Kıbrıs sorunu konusunda ise artık federasyon görüşür gibi yaparak, Türk tarafını ambargolarla, karmaşık ve anlaşılmaz federal güç paylaşımı modelleri ve AB üyeliği şartlarıyla zayıflatma stratejisi çökmüştür. Türkiye ve KKTC, artık geri dönülemez şekilde iki devlet modelini görüşeceklerini açıklamışlardır. Zaten 57 yıldan sonra bu yönde gitmek, en gerçekçi yoldur. Unutulmamalıdır ki kervan artık yola çıkmıştır ve gidişat da bu yöndedir.

Son söz olarak Rum-Yunan tarafında Türkiye ve KKTC'ye karşı politikalarında gerçek sorun; bir türlü vazgeçilemeyen maksimalizm ve kendine hayal ve kaynakların ötesinde hedefler koymaktır. Bunlar, Atina ve Güney Lefkoşa'nın bir türlü vazgeçemediği şeylerdir. Dış destek ve özellikle Batı desteği, onlara göre eninde sonunda Türk tarafından istediklerini almalarını sağlayacaktır. Bunu da yetersiz gören bazı Rum-Yunan yazarlar ise, şimdi nükleer silahtan bahsetmeye başlamışlardır. Umarım bunlar ciddiye alınmaz ve daha gerçekçi bir yola girilir. Allah herkese akıl ezan versin diyelim.