Tarikatlar gerçeğiyle yüzleşmek-2

Sözün başında, Gürcistan’da düşen askerî kargo uçağımızda şehit olan vatan evlatlarına rahmet, ailelerine ve Türk Milleti’ne başsağlığı diliyorum.

Aylardır beklenen ‘İmamoğlu Suç Örgütü İddianamesi’ mahkemeye sunuldu. Bu konuyu da önümüzdeki günlerde çokça konuşacağız.

Bir önceki yazımızda girişini yaptığımız ‘Tarikat gerçeğiyle yüzleşmek’ konusuna, kaldığımız yerden devam edelim.

Meseleyi; İslamcılık-Batıcılık veya Dindarlık-Laiklik eksenlerinde tartışmak, bizi bir asırdır bir yere götüremedi. Tersine, konunun özünü değil; bilhassa ‘sorunu’ kucağımıza bırakan emperyalistlerin istediği gibi, ‘kılçıklandırılmış’ yönlerini tartıştık.

Başa dönelim… Tarikat ve cemaatler, sadece Müslüman dünyanın veya yalnızca semavî dinlerin değil; aynı zamanda seküler toplumların da gerçeklikleridir. Önceki yazımızda buna kısmen değinmiştik.

TARİKAT VE CEMAATLERE YABANCI SIZMALARI

Türk Milleti’nin İslamî yaşayış geleneğinde, tarikat ve cemaatler önemli bir yer tutagelmiştir. Ve bu sosyolojik birleşimler, asırlar boyunca, toplumun hem dinamizmine hem de sükûnet ihtiyacına karşılık gelmiştir. Ta ki, Osmanlı Devletimiz güçten düşüp, Batılı emperyalistlerin sömürgecilik iştahları kabarıncaya kadar…

Kendisini laik kanatta konumlayanların, tarikat ve cemaat gerçekliğini kabul etme zorunluluğu olduğu kadar; dindar kimlik etrafında kümelenenlerin de, 19. Yüzyıl sonları ve 20. Yüzyıl başlarından itibaren, tarikat ve cemaat yapılanmalarına ciddi şekilde ‘Batılı’, özellikle de ‘British’ sızmaları olduğu gerçeğini hazmetmeleri şart.

Tarikat ve cemaatlerdeki aslından uzaklaşma, yozlaşma ve şahsî çıkarlar uğruna kullanma gibi sapkınlıkların hikâyeleri ise daha gerilere götürülebilir.

Neticede Türk Devleti, 100 küsur sene önce, tarihin akışı içinde makas değiştirip, padişahlıktan cumhuriyete geçmeye karar verdi. Bu yeniden yapılanma süreci, esasen fena halde yozlaşmış ve birçoğuna yabancı etki ajanlarının sızdığı hatta hâkim olduğu tarikat ve cemaat yapılarına da neşter vurmayı zorunlu kıldı.

DEVLETİN GÖZETİM VE KONTROLÜ ŞART

Hangi niyetle yapılırsa yapılsın, tıpkı ‘Devrim Kanunları’ başlığı altında yapılan birçok lüzumsuz hatta abes düzenleme gibi; tarikat ve cemaatler konusunda da aşırıya kaçıldığı, vur deyince öldürüldüğü düşünülebilir. Elbette sosyoloji, inanç ve kültürel yapıya uygun, daha ‘siyasî’ çözümler üretilebilirdi. Ama olmadı…

Tarikat ve cemaatlerin kapatılıp yasaklanması yanında, devletin denetim ve gözetimi altında ve tertemiz bir alanda yürütülmesi gereken din eğitimi de tamamen yasaklanınca, iş içinden çıkılamaz boyutlara ulaştı.

Neticede Türk Devleti, daha tek partili yönetim devam ederken, Müslüman din adamı yetiştirmek amacıyla İmam Hatip Okulları açmak zorunda kaldı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, muhtemelen de rejimi yerleştirme kaygısıyla sergilenen aşırılıklar, zamanla bir ‘devlet ideolojisi’ haline getirildi. Elbette devletlerin büyük ülküleri, Kızılelmaları olur. Ama bu ülküler, toplumla kavga temeline oturtulamaz; halkın ruhuna uygun bir mecrada ilerler.

Bizde kurgulanan devlet ideolojisinin en azından görünen kısmının; bir bakıma Batılı emperyalistlerin bize dönük hırs ve düşmanlığını teskin amacı da taşıdığı unutulmamalıdır.

Müslümanca eğitimin, hadi ‘yasaklanması’ demeyelim de ‘gözardı’ edilmesi diyelim; bir yönüyle Batının, İslam ve Türklük karşısında aldığı vaziyete uygun düşüyordu. Bunun yanında, Türk Devleti’nin, tarikat ve cemaatleri kapatırken, bu yapıların birçoğunun ciğerine işlemiş, bilhassa British (İngiltere olarak okuyunuz) sızma ve yerleşmelerini bertaraf etme niyetinin olduğunu da aklımızda tutalım.

YILAN İNLERİ HALEN ARAMIZDA

Lafı dolandırmaya gerek yok. Bizdeki tarikat ve cemaatlerin önemli bir bölümüne, ‘takkeli-sarıklı İngilizlerin sızdığı’ bir sır değil. Ve bu sızmanın, İngilizlerle sınırlı kalmayıp, bugüne kadar etkisini sürdürdüğü gözardı edilemez.

Nitekim 9 yıl önce 15 Temmuz darbe-işgal girişiminde bulunan ve bizlerin ‘Cemaat’ sandığımız FETÖ yapılanmasının, bizzat İngiliz-Amerikan-İsrail-Alman istihbaratlarının kontrolü altında bulunduğunu görmezden gelemeyiz.

Peki, bugün durum nasıl? Herkesin bildiği sırlar var: ‘Kuran eğitimi verdiğini’ iddia eden ve FETÖ tarzına yakın bir şekilde ‘öğrenci yurtları’ üzerinden örgütlenen, malûm ve meşhur bir yılan ini, neredeyse son 20 yıldır, mevcut iktidara karşı ‘siyasî tavır’ yürütüyor. Kendi içinde bölünme ve tasfiyeler de yaşanan, hatta bir önceki cemaat patronlarının zehir zemberek sözlerle eleştirdiği mevcut cemaat ağalarının, özellikle British kontrolünde olduğunu söylemek, yanlış bir hüküm olmaz.

Diğer taraftan, yakın geçmişte dünya değiştirmiş, ‘tencere-battaniye profesörü’ bir siyasî kişiliğin, evladına miras bıraktığı bir güya tarikat var. Tavırlarına baktığımızda, o yapının da yabancı istihbaratın kucağında olduğunu anlıyoruz.

Bir de kendisini ‘Nur’ camiasına yaslayan ve fakat son yıllarda FETÖ’nün iyiden iyiye sirayet ettiği, günlük bir gazete kılıklı ‘paçavra’ etrafında kümelenmiş istihbarat ini daha var.

Bunlar, bizim iyi kötü takip edebildiğimiz yapılar. Göremediğimiz veya anlayamadığımız nicelerinin de bulunması sürpriz olmaz.

Şimdi haklı olarak, “Tamam, tarikat ve cemaatler bizim toplumumuzun da bir gerçeği. Ama içlerinde çok ciddi yabancı istihbarat sızmaları olduğu da diğer gerçek… Bu durumda ne yapılmalı?” sorusu akıllara gelecektir.

MEŞRU TEMEL ARANMALI

Kitabın ortasından gidelim: Türk Devleti, oradan buradan pompalanan ‘irtica paranoyalarını’ bir kenara bırakıp, tarikat ve cemaat gerçekliğini kabul ederek işe başlamalı.

Sadece kabul etmek yetmez. Osmanlı Devletimizin yaptığı gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altında, ‘Meclis-i Meşâyih’ yeniden tesis edilip, tarikat ve cemaat olma iddiasındaki tüm yapılar bu meclis kapsamında ‘mihenk taşına’ vurulmalıdır.

Tarikat ve cemaat yapılanmalarımızın tarihi, bilinmeyen bir karanlık dönem değil. Tersine, 100 yıl geriye gittiğimizde, tüm o toplumsal yapıların, devletimiz tarafından kayıt ve kontrol altında tutulduğunu unutmayalım.

Bugün de yapılması gereken budur. Kayıtlı, yasal, meşru yollardan gelmeyen; kabul ve tescil edilmiş yapı ve tarikat ulularından el almayan nevzuhur oluşumlar, tarikat veya cemaat kabul edilemez. Bu işin bir ‘meşru meşei’ olmalıdır. Değilse, ortalığı çalgı-çengi hocaları kapsayıverir.

Tekrarlayalım: Gayrimüslim toplulukların statüsü Lozan Barış Anlaşması ile tesis edilmiştir. Onların dinî yapıları, ‘millet sistemine’ uyumlu olarak, ayrı ayrı oluşturulmuştur. Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi, Türk Ortodoks Kilisesi, Musevî Hahambaşılığı gibi yapıları aklımızda tutalım.

KIYISINDAN GEÇMEKLE OLMUYOR

Bizde Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş ve kendisine önemli görevler verilmiş olmasına rağmen, tarikat ve cemaatler sözkonusu olduğunda, hep ‘ortada kuyu var yandan geç’ mantığıyla hadiseye yaklaşılmıştır.

Türk Devleti, yeni Anayasa yapma çalışmaları sırasında bu konuyu da titizlikle ela almalı; Anayasa ile dokunulmazlık sağlanan Devrim Kanunları ucubesi doğru bir zemine oturtulmalı, tüm tarikat ve cemaatleri kapsam ve kontrol altına alacak şekilde bir Meclis-i Meşâyih, Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altında oluşturulmalıdır.

Meclis-i Meşâyih tarafından onaylanmayan hiçbir tarikat, cemaat veya benzeri örgütlenmeye müsaade edilmemeli; Türk Devleti, toplumsal hayatın bu alanını da gün ışığında tanzim etmeli; meşru, açık-aleni ve tertemiz bir yapıya kavuşturmalıdır.

Aksi durumda, yabancı istihbarat servislerinin en kolay sızabildiği ve en kolay kullanabildiği bu yapılarla sürekli kavga etmek zorunda kalırız.