Söylesenize dostlar!…

Geçenlerde, gazetecinin biri epeyce iddialı bir laf etmiş…

Demiş ki; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti şu an itibariyle devlet olma özelliğini yitirmiş durumda!...”

Ben de diyorum ki; bu sözü söyleyebilmek ya “deli” işi ya da “delil” işi…

Eğer o gazetecinin elinde, herkesi ikna edecek bir delil varsa sorun yok zaten…

Fakat elinde öyle bir kanıt olmadığı halde; sırf “söylediğim laf biraz ses getirsin” amacıyla söylenmişse; bu durum, adli yönünü bilemem ama, “gazetecilik” mesleği açısından mutlaka sorgulanmak zorundadır…

Örneğine sadece içki masalarında yapılan konuşmalarda rastladığımız bu mesnetsiz cümleleri yazmak asla gazetecilik sayılamaz!

Gazetecilik her aklına eseni yazmak değildir… Gazetecilik işin en başında bir kamu görevidir ve daima kamu menfaatlerini koruyarak çalışmayı gerektirir.

Yasama, yürütme ve yargıdan sonra devletin dördüncü gücü olarak kabul edilen basın, devleti koruma sorumluluğundan azade kılınmamıştır…

Ama ne hikmetse, ülkemizde “tanınmış” kategorisine giren bazı gazeteciler, kimliğini taşıdıkları devletten bağımsız olduklarını zannederek her şeyi rahatça yazıp çiziyorlar…

Sonra da, “demokrasi” ve “basın özgürlüğü” gölgesine sığınarak taraftar toplamaya çalışıyorlar!

Eleştirmek, sorgulamak, araştırmak elbette bir gazetecilik faaliyetidir… Devletin yanlışlarını, eksiklerini ortaya çıkarıp, muhataplarını bilgilendirmek, tabi ki gazeteciliğin en temel kuralıdır…

Ancak devletten yana gözükerek; devlete karşı onun halkını provoke edecek şekilde yayın yapmak dünyanın hiçbir yerinde gazetecilik olarak kabul edilmez…

Türkiye devlet olma özelliğini yitirdi” şeklinde yayın yaparak, halkın buna inanmasını isteyen biri; “mademki artık devlet bitti; bitmiş bir devlette ne yapılıyorsa şimdi biz de onu yapalım” diye yola çıkacakları meşrulaştırmış olmuyor mu?

Ya da bu sözün sahibi arkadaş, öyle bir kapı açtığını fark etmeyecek kadar cahil mi?

Uygulanan politikalar tartışılabilir… Bu politikalara itiraz edilebilir… Her türlü çekince dile getirilebilir…

Hatta, son gündemimiz “Terörsüz Türkiye” konusunda bile…

Kuzey Irak ve Suriye’de gelişen son olaylardan sonra, bölgede huzur ve istikrar ortamının daha kolay sağlanabileceğini öngören Devletimizin, yaptığı çağrı üzerine, terör örgütünün kendini feshederek silahları bırakma kararı alması…

Örgüte; “silahla çözüm aradığınız sorunlarınıza, bundan böyle siyaset masasında çözüm aramanıza müsaade edeceğiz” denmesi…

Kırk yıldır akan kanın durması, terörle mücadele uğruna harcanan devasa paraların milletin zati ihtiyaçları için ayrılması imkânının ortaya çıkması…

Bütün bunları gazeteci kimliği ile eleştirebilirsin, doğru ya da yanlış şeklinde yorumlayabilirsin… Eksiğini, fazlasını yazabilirsin…

Mesela, görünürde devlet adına tek bir tekliften ibaret olan bu sürecin devamında; sicili bozuk olmayanların oturması gereken masaya sicili bozuk olanların oturması halinde yapılacak eleştiriye ve gösterilecek tepkiye ben de katkı sağlarım…

Siyasi liderlerin şimdi tövbekar olduğunu söyleyen terör simsarlarına, diğer muhaliflere zerresini reva görmedikleri merhamet şovlarını ben de iğreti bulurum...

Bunlar olur, bunlar normal…

Fakat, neye yol açtığını veya açacağını göre göre “devlet, devlet olma özelliğini yitirdi” diyerek; tıpkı milli mücadele döneminde İngiliz casusların din elden gidiyor” sloganı attırdıkları hainlerin yaptığı türden aleni bir provokasyona kapı açmak, kesinlikle basın özgürlüğünün kapsama alanına giren bir iş değildir!...

O gazeteci, söz konusu devlet Fransa olsaydı bu lafı edemezdi… İngiltere, Almanya veya Amerika olsaydı bu cümleyi asla yazamazdı… Adama yazdırmazlardı…

Oralarda adli makamlardan alacağı ceza bir yana, o haltı yedikten sonra toplum içine çıkamazdı!

Bakın, İngiltere’de kamusal sorumluluk taşıyan yargıçlarla ilgili size bir hikaye anlatayım…

İngiliz devleti hakimlerine o kadar güvenir ki, onlara ihtiyaçları halinde kullanabilecekleri limiti sınırsız maaş çekleri verir.

Bir gün hakimin biri, bir bankaya gidip, 1 milyon poundluk bir çek bozdurmak istediğini söyler…

Tutar çok yüksek olduğu için banka yöneticileri üst makamdan onay almadan bu parayı ödeyemeyeceklerini bildirirler…

Hemen Adalet Bakanlığına, Başbakanlığa falan telefon ederler…

Ancak, aradıkları her yerden “ÖDEYİN” cevabı alırlar…

Artık ödeme yapılacaktır ama, istenen para çok fazladır… Banka görevlileri kasalarında yeterli bakiye bulunmadığından, hakimden yarın gelmesini rica ederler…

Ertesi gün hakim parayı önce çeker… Ama sonra da geri yatırır!...

Banka görevlileri işlemi yapar ama sonucu da Bakanlığa bildirir.

Bakanlık müfettişleri hakime neden böyle bir şey yaptığını sorunca, “Kraliçenin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor muydu, merak edip sınadım” diye cevap alır…

Bu cevap üzerine hakim görevden atılır… Gerekçe olarak kendisine şöyle bir yazı tebliğ edilir:

- Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet de ona asla güvenmez!

Evet…

Sen devletine güvenmiyorsan, devletin de sana güvenmesini bekleyemezsin…

Dünyanın her yerinde bu böyledir!...

Sorumluluğunun idrakinde olmayan, kime hizmet ettiği veya nereden beslendiği bilinmeyen, devleti ve milleti karşı karşıya getirmekten hiç çekinmeyen, her fırsatta ikisinin arasında bir “güven” problemi yaratmaya çalışan zatı muhteremlerin gazeteci kimliği taşıyarak, yine o devletten “dokunulmazlık” beklemesi yalnızca bana mı tuhaf geliyor?...

Söylesenize dostlar!...