Ağaçların da ruhu vardır.

“Büyük çınar bir kıyıdaydı. Küçük çınar öbür kıyıda. Aralarından bir ırmak akardı. Birbirlerine bir ırmak kadar yakın ama bir ırmak kadar da uzaktılar. Büyük çınar olgundu, ergindi, deneyimliydi. Adı Zer idi. Küçük çınar ise tazeydi, canlıydı. Adı Sim idi. İkisini ayıran ırmağın adını Firak (ayrılık) koymuşlardı.

Çevrede sanki onlardan başka ağaç yoktu. Onlar sadece birbirlerini görür, sever, özler ve isterlerdi. Baharda süslenir, yazda yapraklanır, güzün sararır, kışın soyunurlardı. Filizlenip yapraklanmaları kavuşma arzusundandı; sararıp solmaları da ayrılık acısından. Kar, fırtına, ayaz oldu mu Zer, Sim için üzülür, Sim de Zer için kaygılanırdı. Tek dilekleri vardı: Kavuşmak.

Ayakları yoktu ki kavuşsunlar birbirlerine. Kanatları yoktu ki uçsunlar. Hiç olmazsa birisi ırmağı geçebilseydi. Hayır! İmkansızdı bu.

Yan yana olsak, derdi Zer. Cancana yaşasak, derdi Sim. Güneş etrafı aydınlatmaya başladı mı neşelenir, battı mı üzülürlerdi. Gerçi karanlık da engel olamıyordu onlara. Sabahlara kadar hayaller kuruyor, rüyalar görüyorlardı.

Gece mehtaba bakardı ikisi de. Bu ortak görüntü birbirlerine bakıyorlarmış hissi verirdi onlara. Semaya bakarken hayal kurmak daha kolay oluyordu. Gerçi konuşmadan da anlaşırlardı ama zaman zaman da konuşurlardı kendi dillerinde. Rüzgar, sırdaşıydı onların. Fısıltılarını taşırdı. Kıyıdan kıyıya şiirler, iç çekişler götürüp getirirdi. Yanında olsam! derdi Zen. Yanımda olsan! derdi Sim bir yankı gibi. Bir de kuşlar vardı, halden anlayan kuşlar. Gelirler, dallarında yuva kurar, kollarında uyur, anne olur, baba olurlardı. Derinden derine ah eden ağaçların postacılarıydı kuşlar.

Mektuplaşırlardı bazen de. Birbirlerine yaprak gönderirlerdi. Rüzgar, özel bir ulak gibi çalışırdı o zaman. Zer’in yaprakları Sim’e uçar, Sim’in sayfaları da Zer’e konardı. Bazen müzikti taşınan, bazen şiir. Bir sırları vardı aralarında. Adını söylemiyor ama en yoğun şekliyle paylaşıyorlardı bunu.

Söz ve anlam gibiydiler. Görünürde ayrıydılar belki ama hakikatte birdiler. Buna inanırlardı fakat yine de kavuşma arzusuyla yanmaktan alamazlardı kendilerini. Sen büyüksün, ben yetersizim, derdi Sim incecik tiz sesiyle. Sen baharsın, ben de yaz, derdi Zer. Sonra ikisi birden haykırırlardı: Sen, ben yok, biz varız, birbirimizi tamamlarız!

Evet yan yana değillerdi ama onlar kavuşma sevincini başka türlü yaşarlardı. Sonbahar geldi mi ikisinin de yaprakları dökülürdü yere. Özlemle sararan yapraklardı bunlar. Rüzgarla karşı kıyılara uçuşan yapraklar, birbirlerine karışırdı o zaman. Kendileri kavuşamasa da parçaları kavuşurdu.

Buna da razıydılar ama bu hal uzun sürmedi. Ormana bir oduncu geldi. Korkuyla titrediler. Eli baltalı adam, hangisini kessem diye bakınmaya başladı. Bir celladın bakışları vardı gözlerinde! Hem Zer hem Sim celladı kendilerine çağırıyorlardı. Bana gel, beni kes. Ben çok yaşadım, diyordu Zer. Sim ise, ben tazeyim beni kes, sana zorluk çıkartmam diye haykırıyordu.

Ve oduncu gözünü bile kırpmadan elindeki baltayı salladı…”

Devamı ikinci bölümde.

#AğaçlarındaRuhuVar