Ahmed Mithat, “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'de Karantina Yani Usul-i Tahaffuzun Tarihçesi” isimli eserinde “…muamele-i tahaffuziyye adeta bir rekabet-i ticariyye meydanı olduğundan bazı devletler diğer bazılarının memalikine karşı hiçbir lüzum olmaksızın dahi karantina vaz ederler idi” diye yazarak Osmanlı Devleti’nin Avrupalı ticaret ortaklarının karantinahane kurmaya dönük baskılarının yersiz olduğunu ve bu zorlamanın bir türlü ticaret savaşı niteliğinde olduğunu ifade eder.

Avrupalı seyyahların seyahatnamelerinde Osmanlı coğrafyasındaki halkların salgın hastalıklara karşı önlem alma konusunda bilinçsizlik ve isteksizlik içinde oldukları yazar. Salgınlara yaklaşımda ve def etme çabalarında müslümanların dini referans aldıkları üzerinde durulur.

Mesela en tehlikeli salgın olan vebaya Allah’ın sevgili ve erdemli kullarını bir an evvel yanına almak için yeryüzüne yolladığı bir lütuf olarak bakılır. Sağ kalanların ise henüz bu şerefe nail olamadıklarına inanılır. Bilinen ilk karantina önleminin nerde ve ne zaman alındığı bilinmemekle beraber Hazreti Muhammet’in kendi zamanında ortaya çıkan veba salgını için aldırdığı önlemler ilk karantina uygulamalarından biri olmalıdır. Sadece ‘bir yerde taun varsa oraya girmeyiniz, taun görülen yerde iseniz dışarı çıkmayınız’ uyarısı bugün dahi olası bir felaketin önüne geçmek için ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor.

Yabancısının bol olduğu şehirlerin başında gelen İzmir de salgınlardan ve özellikle de veba salgınından ziyadesiyle etkilenir, iç ve dış ticaret faaliyetleri sekteye uğrar. Bu hususlar da hem seyyah notlarında ve hem de yerli halktan kişilerin güncelerinde yerini alır. 1800’lü yılların başlarında salgını notlarına kaydeden bir İngiliz seyyah yerli halkın ihmalkar bir şekilde salgından, nasıl yayıldığından ve ne gibi tedbirlerin alınabileceğinden bihaber olduğunu yazarak konuya önem veren kesimin sadece Frenkler olduğunu belirtir. Yani sadece Avrupalılar ve özellikle de Osmanlı ticaretinde önemli yeri olan Fransızlar ve ardından İngilizler.

Seyyah bu sebeple salgının kontrol altına alınamadığını ve yayıldığını yazar. Ayrıca defin törenlerinin de hastalığın yayılmasında ne kadar etkili olduğundan söz eder. Ölüye saygının ve son görevin çok kıymetli olduğundan cenaze merasimlerinde tabutun omuzlarda taşınması sırasında hastalığın nasıl bulaştığını ayrıntılı anlatır. Ayrıca ölünün giysilerinin başkaları tarafından giyilmesi neticesinde salgının hız kesemediği, felakete sebebiyet verdiği lakin halkın bunun farkında olmadığını da ekler.

1830’lu yıllardaki veba salgınına karşı Şam’daki İngiliz konsolosunun şehrin dini ileri gelenleri ile görüşmelerini kaydeden bir seyyah salgına karşı çıkmanın Kuran’a karşı çıkmak olarak algılandığını ve hiçbir önlem alınmadığını kaydeder. Suriye vilayetinde ahaliden ileri gelen bir paşayı veba salgınına karşı önlem almaya çağıran konsolosa verilen kaderci cevap ‘ölen ölecektir, kısmeti olan da yaşamaya devam eder’ şeklindedir. Ardından da ‘ölü sayısı yüzlü rakamlardan binlere ulaşır’ der. Başka bir seyyah ise ‘…ister kadercilik veya ister önemsememek…’ Müslümanlanlar arasında ölüm oranı diğer din mensuplarından çok daha fazladır.

Ancak 19. yüzyılla beraber Osmanlı Devleti’nde artık her şey değişmiştir. Tanzimat, reformlar ve modernleşme, Kırım Savaşı, ilk dış borçlanmanın yapılması ve sağlık önlemlerinin alınmaya başlanması ve devamında Karantina Teşkilatı’nın kurulması bir dizi reformun gerçekleştirildiği II. Mahmut dönemine denk düşer. Şeyhülislam Asım Efendi’nin icazetiyle ‘…Osmanlı ve ecnebi gemileri için ayrı ayrı karantina mahalleri tahsis olunmuş…’ denilerek teşkilat sıkıntılı ve belirsiz günler geçirdiğimiz 2020 yılı bahar aylarından 182 yıl önce, gene bir bahar ayında, 29 Nisan 1838 tarihinde kurulur. Halkın tepkisine, bazı uygulamaların baltalanmasına rağmen ardından gelen padişahlar devrinde de devam ettirilir.

Ancak bu tip modern sağlık tedbirlerin alınmasında tarih derslerinden yakından tanıdığımız ama pek de sevmediğimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile yakından alakası vardır. Mısır valisi paşa hırslıdır, Osmanlı padişahına, bağlı olduğu otoriteye kafa tutar, ordusunu yener. Bunlar bir tarafa o bir reformcudur. Hem tarım, hem sanayi ve hem de modern eğitim, sağlık gibi alanlardaki gelişmeleri Mısır’da tatbik eder. Avrupa tipi bir toplum teşkil etme çalışması aslında Osmanlı yöneticilerinin de ivedilikle bu tip tedbirleri tatbik ettiklerini gösterme gereği duydukları düşünülür ama II. Mahmut’un bizatihi reformcu kişiliği zaten herkesin malumudur.

Önceleri salgınların önlenmesi için standart ve önleyici çalışma yapılmadığından şikayetçi olan Avrupalı konsolos ve tüccar kesimi bu defa ise mal tedarikinin gecikeceğinden ve masrafların artacağından endişelendiklerini konsolos raporlarına düşerler.

Salgın hastalıklarda ilk akla gelen veba salgını iken 1850’li yıllarda Kırım Savaşı döneminde Hindistan merkezli olduğu bilinen bir kolera salgın hacı kafileleriyle beraber Osmanlı topraklarına taşınır. İşte bu salgının yol açtığı sıkıntılar sebebiyle 1866 yılında İstanbul’da uluslararası nitelikli bir toplantı gerçekleştirilir. Zira salgın için kasıp kavurucu açıklaması yapılır. Hatta 1845 yılında 2500 civarında kişi karantinaya alınmak istenince isyan çıkar, hacılar karantinahanelerden kaçarak memleketlerine gider. Cezalandırılanlar ise olayda kusuru olduğuna kanaat getirilen yerel makamlardır.

Aslında söz konusu karantinahane teşkilatının gelişmesi, standartlarının oluşması ve gerekliliği bu kolera salgınının yıkıcı etkileriyle beraber ortaya çıkar. Alınan tedbirler daha ziyade başkentte ve ticaret hacmi nedeniyle hareketliliği fazla olan şehirlerde oluşturulur. Şehirlerin çeşitli yerlerinde kontrol noktaları ve karantinahaneler kurulur. Kız Kulesi bile deniz karantinahanesi kapsamında hastaların tutulduğu yerlerden bir olur.

Enteresan olan husus ise sağlık tedbirleri ve standartları konusunun Lozan Konferansı’nda kapitülasyonlar kapsamında olmasıdır. ‘Sıhhiye Kapitülasyonları’nın ortadan kaldırılarak sağlık işlerinin de millileştirilmesi gereği ne kadar da enteresandır.