Napolyon Savaşları sırasında Prusya ordusunda general olarak görev yapan Clausewitz, daha sonra savaş üzerine düşüncelerini kitaplaştırmış ve çok alıntılanan bu eserinde şu çok önemli tespiti de yapmıştır: 'Savaş siyasetin doğal bir uzantısıdır ama savaşın başlaması siyasetin ortadan kalkması anlamına gelmez. Aksine düşmanınızla görüşmeniz kendi hedefleriniz doğrultusunda en iyi sonucu alabilmek için kaçınılmazdır.' Bu da savaşın tamamen karşı tarafın imhasına yönelik bir eylem değil, sizin tespit ettiğiniz hedeflere yönelik bir tutum olduğunu ortaya koyuyor.

Clausewitz'in bu önemli tespitlerine rağmen çatışan tarafların birbirini şeytanlaştırmaları, mücadeleyi de iyiyle kötünün arasında bir çekişme halinde sunmaları neredeyse evrensel bir tutum olagelmiştir. Toplumun, üst düzey fedakarlık isteyen bir eyleme hazırlanması için psikolojik olarak çatışmanın bu zemine kaydırılması gerekli olabilir. Dolayısıyla taraflar arasında kimin haklı olduğuna dair sonu gelmeyen bir dizi laf dalaşı da gerçekleşecektir ama söylenenlerin içeriği ne olursa olsun her iki tarafın da ikna olduğuna pek şahit olunmamıştır. Zira bir çatışmanın tarafları arasında somut bir çıkar ayrışması çoğu zaman siyasal şiddete uzanan bu anlaşmazlığın zeminini oluşturur. Carl Schmitt'ten alıntıyla hasmınızın sizin karşınızda olması onun kötü olması veya anlayışsız olmasından kaynaklanmamaktadır. Çıkar uyuşmazlığı siyasetin özünde vardır ve çatışma bu durumun çözümünde araç olarak ortaya çıkacaktır.

Bu genel çerçeveyi, Ortadoğu'da son 2-3 yıldır ortaya çıkan kargaşaya ve bunun etrafında kutuplaşan tarafların tutumlarına uygulayabiliriz. Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun yüzyıllık dönüşüm olarak ortaya koyduğu bu altüst oluş Ortadoğu'da daha geniş toplumsal kesimlerin siyasete katılımı ve dolayısıyla bugüne kadar iktidarı eline almış şahısların ve grupların tasfiyesine sebep olmakta. Başarılı ayaklanmaların çoğunda Müslüman Kardeşler ve ona yakın gruplar uzun zamandır meşru siyaset zeminlerinin dışına itildikten sonra iktidara yerleşiyorlar. Son olarak Mısır'da yapılan seçimlerde adayları Mursi Devlet Başkanlığı koltuğuna oturdu. Suriye'de de Esad rejimini devirmek için yoğun çaba sarf ediyorlar.

Suriye'de çoğunluğu oluşturan Sünni grupların iktidarı ele almak için verdikleri mücadele kanlı bir çatışmaya dönüşürken her iki tarafın tezleri arasında Türkiye içine de yansıyan bir kutuplaşma oluşmuş durumda. Çoğunluğu AKP iktidarına yakın gruplar Esad rejiminin demokratik dönüşümün önünü kapadığı yetmiyormuş gibi sivillere karşı şiddet uyguladığı, Bosna benzeri bir insanlık durumuna adım adım gidildiğini söylüyorlar. Bu durumda hareketsiz kalmanın suça ortak olmak anlamına geleceği öne sürülüyor. Muhalefet ise AKP'nin mezhepçi politikalar sürdürdüğünden dem vurarak Özgür Suriye Ordusu'nun uyguladığı şiddeti öne çıkarıyor. Bu iddiaya göre demokratik değerlere sahip olmayan ve muhaliflerine karşı vahşet uygulayan ayaklanmacılar bir kere iktidara gelirlerse ülkede yaşayan Nusayri-Alevi ve Hıristiyan azınlıklara hayat hakkı tanımayacaklar. Bu bakış açıları her iki tarafın da savaşı neden sürdürdüğünü açıkça ortaya koyuyor.

Genel çerçevemize uygun olarak konu üzerindeki haklılık tartışmalarının hiçbir sonuca ulaşmayacağını açıkça ifade edebiliriz. Ancak Sünnilerin demokratik siyaset, Nusayri-Alevi ve Hıristiyanların ise özgürlük, beka kaygılarını beraber çözümleyecek ortak bir zemin aranabilir. Bu çatışmalar sürerken de yapılabilir ve biz buna siyaset diyoruz. Bir al-ver süreci ile ve güç dengelerinin parametreleri de dikkate alınarak bir yol alınabilir.
Türkiye'nin, Mısır'ın, İran'ın, Rusya'nın ve Batılı güçlerin de kendi aralarında konuyu benzer bir yaklaşımla ele alacağını düşünebiliriz. Yoksa kim haklı tartışmalarına girdiklerini hiç zannetmiyorum.

(Akşam gazetesinden alınmıştı)