BUNDAN 15 yıl önce 2 Ocak 1997 tarihinde yazdığım bir yazı “MİT ve Özeleştiri” başlığını taşıyordu.

Yazı, 1978 yılında Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin öldürülmesinin bir numaralı sorumlusu olan Abdullah Çatlı’nın 12 Eylül sonrasında MİT tarafından yurtdışında kullanılmış olmasını eleştiriyor, teşkilatı ölen gençlerin ailelerinden özür dilemeye davet ediyordu.
Ankara Adliyesi’ndeki 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi bu cinayetin önde gelen sanığı Çatlı hakkında yakalama kararı çıkartmışken, Ankara’daki bir başka devlet kurumu yurtdışında firari olarak yaşayan Çatlı’dan yararlanma yoluna gidiyordu.
1996 yılındaki Susurluk kazasında Çatlı’nın çoktandır Türkiye’ye dönmüş olduğunu ve bu kez Emniyet’e çalıştığını öğrendiğimizde büyük bir şok yaşamıştık. Susurluk kazasında öldüğü Mercedes’i kullanan Hüseyin Kocadağ da bir polis müdürüydü. Görev talimatı çerçevesinde Çatlı’yı yakalaması ve mahkemeye teslim etmesi gerekiyordu.

MUHBİR KULLANMANIN AÇMAZLARI

Devletin istihbarat ve güvenlik birimlerinin suçluları kullanma eğilimi eskiden beri baş ağrıtan bir sorundur. JİTEM’in kullandığı PKK’lı itirafçıların işledikleri suçlar bu bağlamda hatırlanabilir.
Buna paralel giden bir sorun, devlet kurumlarının kaçak ya da itirafçı durumunda olmayan, fiilen örgüt üyeliği devam eden suçluları kullanması halidir.
Ancak “kullanma” operasyonu, eskiden beri istihbarat servisi olan her ülkede karşılaşılan bir dizi ikilemi de karşımıza çıkartıyor. Şöyleki:
Bir suç örgütünü “tehdit” olarak belirleyen bir istihbarat birimi, bu örgütün içine nüfuz etmekle görevlidir.
Kuşkusuz teknolojideki gelişmeler günümüzde istihbarat örgütlerinin işini çok kolaylaştırmıştır. Ancak kıdemli istihbaratçıların her zaman vurguladıkları bir husus, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin haber almada insan unsuruna olan ihtiyacın hiçbir zaman ortadan kalkmayacağıdır.
İnsan faktörü ciddi riskleri de beraberinde getiriyor. Bir şekilde motive edilip devlet adına “kazanılan” muhbir, aynı zamanda sıkça örgütün suç işleme faaliyetinin de bir parçasıdır. Muhbirlik yapabilmesi, içeriden haber vermeye devam edebilmesi bağlı olduğu suç örgütünün güvenini kaybetmemesiyle mümkündür.

MUHBİRİN SUÇ İŞLEMESİNE GÖZ YUMULABİLİR Mİ?

Burada istihbarat etiği açısından büyük bir açmazla karşılaşıyoruz. Muhbir hangi noktada haber vermekle yükümlüdür? Muhbirin çalıştığı örgütün güvenini kazanabilmesi için suç işlemesine göz yumulduğunda, bunun kabul edilebilir sınırları nedir? Bir yolsuzluk faaliyetinde bu sınırlar geniş tutulabilir. Ama insan hayatı ya da telafi edilemeyecek başka büyük zararlar söz konusu olduğunda göz yummak çok ağır sorumluluklar doğurmaz mı? Bu noktada müdahale zorunlu değil midir?
Buradaki kritik nokta, muhbirlik ile suç örgütü üyeliğinin temelde çatışan iki kimlik olmasıdır. Bu çatışan kimlikler zaman zaman iç içe geçmekte, kolaylıkla sınırların belirsizleştiği gri bir alanın içine düşülebilmektedir.
İşte bu sorular, bir haftadır Türkiye’de bütün sistemi kilitleyen MİT/yargı-polis krizi çerçevesinde Türk kamuoyunun da gündemine oturmuştur.
Çünkü polis ve yargının MİT’e yönelttiği başlıca suçlama, KCK-PKK organizasyonu içindeki MİT bağlantılı kişilerin buradaki sınırları aşıp doğrudan suç işledikleri, dolayısıyla istihbarat örgütünün de suçlu konuma geçtiğidir. Ancak bu suçlama yöneltilirken, Başbakan’ın üstlendiği bir siyasi inisiyatifi yürüten eski-yeni üst yönetimin bile şüpheli olarak görülmesi ve bu kadroların yakalanması için harekete geçilmesi, emniyet-yargı ikilisinin bu sınırları çok katı bir çerçevede yorumladığını gösteriyor.

HÜKÜMETİN ADIMI BOŞLUK YARATMAMALI

Hükümetin MİT’in üst düzey yöneticilerini korumaya dönük hamlesinin gerekliliğine, kaçınılmazlığına bir itirazım yok.
Ancak bu konuda yapılacak bir düzenleme MİT’in denetimsiz kalması gibi bir duruma da yol açmamalıdır.
Her kurum hukuk kuralları içinde hareket etmekle yükümlüdür. Hiçbir kamu kurumu ve görevlisi için yargı ve denetim bağışıklığı söz konusu olamaz.
MİT’in geçmişteki vukuatlarının kabarıklığı ve yakın tarihimizde oynadığı olumsuz roller büyük ölçüde kendisini dokunulmaz görmesinden, üzerinde bir denetim baskısı hissetmemesinden kaynaklanmıştı.
Dolayısıyla, Türkiye’nin içine girdiği son krizin aşılması ihtiyacı ile MİT’in denetimsiz kalması tehlikesini dengeleyecek bir formülün geliştirilmesi gerekiyor.

(Hürriyet)