MİT krizi bize bir kez daha gösterdi ki, Kürt meselesi çözülmeden bu ülkenin kalıcı bir istikrara kavuşması imkânsız.

Bu meselenin çözümsüzlüğü toplumu da ifsad ediyor devleti de... Devletin son yıllardaki neredeyse tüm karanlık işleri bu mesele üzerinden meşrulaştırılmaya çalışıldı. Aslında son yıllarda değil... İşin başlangıcı 1925 yılına, yani Türkiye\'de tek parti rejiminin kuruluşuna kadar gider. Otoriter rejim Kürt meselesi bahane edilerek pekiştirildi, askerin siyaseti kuşatmasında \'Kürt tehdit\'i sürekli kullanıldı. Faili meçhullerden tutun da silah ticaretine, eroin kaçakçılığına, fidyeciliğe vs. kadar birçok karanlık işe kalkışanlar kendilerine Kürt meselesi üzerinden bir korunma kalkanı yarattılar. Yani Kürt meselesi bir yandan Kürt vatandaşlarımızın kimliğinin inkâr edildiği, aşağılandığı, köylerinin boşaltıldığı, dışkı yemeye zorlandığı, öte yandan da devletten birilerinin iktidar ve imtiyaz devşirdiği bir mesele oldu hep. Türkiye, bütün devleti ve toplumu mefluç eden bu zehiri bünyesinden atmak zorunda.

İşte, MİT\'le ilgili yaşanan krizin de ana teması Kürt meselesi. İster KCK hakkında bir soruşturmanın MİT mensuplarına ulaşması deyin, ister Oslo sürecinde MİT-PKK görüşmelerini hedef alan bir müdahale; 5 MİT mebsubu için savcılığın ifade çağrısı ve tutuklama emri Kürt meselesi üzerinden oluyor.

Dolayısıyla bu ülkeyi böylesine krizlere saplamadan yönetmek isteyen bir iktidarın Kürt meselesinin çözümünü ertelemesi yanlış. Aslında biliyoruz ki AK Parti hükümeti çözümü hem istedi, hem de bunun için çalıştı. Ağustos 2009\'da başlatılan demokratik açılım tam da buydu. Şimdi anlaşılıyor ki aslında PKK ile görüşmeler \'açılım\' süreci kamuoyuna ilan edilmeden 2008 yılının sonlarına doğru başlamış. Görüşmelerin belli bir noktaya gelmesi üzerine de kamuoyunu çözüme hazırlamak için \'demokratik açılım\' devreye sokulmuş.

PKK\'nın dağdan indirilmesi sürecinin en kritik noktası belki de 34 PKK\'lının Habur\'dan giriş yapmasıydı. Ne olduysa orada oldu. 19 Ekim 2009 günü dönüşün organizasyonu ve Türk medyasında veriliş biçimi ve ardından gelen Reşadiye saldırısı sürecin \'kamuoyuna açık\' bölümünü bitirdi.

Bu noktada hükümet taktik değiştirdi. Meseleyi \'demokratik açılım\' söylemiyle kamuoyu önünde yürütmek yerine doğrudan Öcalan ve PKK ile görüşerek çözmenin daha kolay ve yönetilebilir olacağı düşünüldü. Sonuçta, muhalefetin tutumu ve devam eden PKK saldırıları karşısında hükümet kamuoyunda sertleşmeyi bir politika olarak benimsedi. Ancak öte yandan da Öcalan ve PKK ile görüşmelere devam etti. Bu yaklaşım, meselenin sessiz sedasız, yani siyasetsiz ve müzakeresiz çözülebileceğini varsayıyordu ki yanlıştı.

Hükümetin sert dili ve tutumu güvenlik politikalarına ve yargılama süreçlerine de yansıdı. Başbakan\'ın konuşmaları sertleştikçe KCK operasyonları da hız kazandı. Sonuçta PKK\'nın silah bıraktıktan sonra siyaset yapacağı kadrolar tamamen tasfiye edildi. Öte yandan PKK\'daki sertlik yanlıları da boş durmadılar, varlıklarını göstermek üzere saldırılarını artırdılar. Sonuçta hükümet için görüşmeleri ve müzakereleri kamuoyu önünde savunmak iyice zorlaştı. Güvenlikçi sert pozisyon, bir söylem olmaktan çıkıp politikaya dönüştü.

Bizi MİT krizine getiren kısır döngü bu. Hükümet, kamuoyu önünde \'güvenlikçi\' bir siyaset dili kullanıp kapı arkasında da \'müzakere\' yapmaya kalkışınca sistemin sigortaları attı. Artık süreç herkes için şeffaf olmalı. Hükümet gerçekten bir çözüm istiyorsa bunun siyasetini yapmalı \'PR\'ını değil. İnisiyatif almalı ve devletin kurumları arasında kafa karşışıklığına neden olmamalı. KCK operasyonlarını yürüten emniyetçileri dün destekler, bugün cezalandırırsanız ne yapmaya çalıştığınız anlaşılmaz. Ne Emniyet ve MİT\'in, ne savcılığın, hükümetin gerçekten ne yapmak istediği, ne yapmaya çalıştığı konusunda tereddüte düşmemesi gerek. Bunun yolu da hükümetin Kürt siyasetinin şeffaf olmasıdır. Son olarak AK Parti\'ye bir çift laf; halktan yüzde elli destek almış bir partisiniz. Siyasette rakibiniz yok. \'Kürt çözümü\'nün siyaseten altında kalırım korkusunu bırakın artık.

ZAMAN