Bu şehir, gezegenin sırtına incelikle dövülmüş gri bir

                                                                      örümcek gibidir;

                                                                     metro istasyonları da onun ağları.

                                                                     Ne muhteşemdir manası mucizesinde saklı olan o

                                                                    örümcek!

                                                                    Vay haline o mucizeyi göremeyenin,

                                                                    bilip de bilmeyenin, onu hor görenin…

Kasım’ın zifiri kasvetinde kanat çırpan güvercinlerin çekingen ruhları, şehrin uzak derinliklerine yol alırken, üzerine ölü toprağı serpilmiş insanoğlu kırmızı otobüslerin cam kenarlarında ıssızlığı solumaktaydı.

Ne güzeldir uyanmak, uyuyakalanı da uyandırmak.

Ama zorlayamazsın derin uykuda mışıl mışıl uyuyanı. Tatlıdır onun zehirli uykusu; zehrinde dört tutam kibir, üç tutam dünya vardır.

Rüzgar ve insan yaratıldı yaratılalı kederli esintileri esir almıştır bu şehri. Rüzgar kimini kemikli kanatlarının üzerinde taşır, kimini mağrur bir devinimle başının üstünde. Şehrin sisli köprüleri ve yaşlı bataklıklarının üzerinden geçerken sadece soğuk esintilerin hissizliği vardır eğilip bükülen ve sonra kuytularda kendine yer edinende. Yıldızsız gecelerin dinginliğinde, tıpkı merhamet gibi gururun karanlıklarını dağıtırken bile alçak gönüllüdür bu şehrin rüzgar taburu.

Acelesinde telaş olmayan bir gecesi, ardından intikam alırcasına kendini sise gizleyen bir sabahı vardır. Ne yazık ki zamanın adeta kabuğu çatlamış, çatlaklardan sızan kuruntular bilinçleri esir almış. Akıl tutulması gibi şehrin bilincine sataşan şeyler hasıl olmuş.

“Please do not feed pigeons”

Bu büyülü şehrin asil güvercinleri hep içimde bir yaradır. Onları ölüme terk etmek, aç kalmalarına göz yummak tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. New York Public Library’nin bahçesinde de aynı tabelayla karşılaşmıştım. Oralarda da çok sık rastlanan bir uyarıdır maalesef. Dünyanın başka bir yerinde de görebilirsiniz. Benim gibi aldırış etmeyin, her daim çantanızda ufak bir poşet buğdayınız olsun. Lalettayin bir güvercin gördüğünüzde çıkarıp bir avuç verin.

Sir Edwin Henry Landseer’ın ne derece hayranı olduğumu bilenler bilir. Tıpkı onun Landseer Aslanları gibi güvercinlerin de bu şehrin görevlendirilmiş koruyucuları olduğunu kabul etmek lazım. 1666’da büyük Londra yangınından sonra St Paul’s Katedrali’nin onarım görevi Christopher Wren’e verildiğinde (Sir C. Wren, aynı zamanda Hollow City ve Tales of the Peculiar’da bahsedilen kişidir. Bu yüzden Ransom Riggs’e ayrı bir ilgim vardır) güvercinlere düşman olan bu halkın tepkisini çekmemek fakat aynı zamanda da güvercinlere sığınacakları bir yer yapmak için katedralin kubbesinde yerler yaptı. Artık katedralin içine girip kimseyi rahatsız etmeyecekler, kendi yerlerinde yaşamlarını sürdüreceklerdi. C. Wren ve güvercinler arasında yapılan bu anlaşma bir şehir efsanesi olarak kabul edilse de bana göre doğruluğu kaçınılmaz.

Yakın zamanda kızıl renkli bir ak kuyruklu kartaldan şehrin kaldırımına düşmüş bir telek bulmuştum. Tıpkı kalemlere düşkünlüğüm gibi kuş teleği biriktirmek de hobilerim arasında. Ne zaman güzel bir tane görsem mutlaka alır çantama atarım, içim elvermez onu insanların ayakları altında ezilmeye terk etmek.

Unutmayalım ne bu şehirde ne de bu gezegende sadece insanoğlu yaşamıyor. Her türden canlıya saygımız oluncaya kadar insanoğlu başındaki belalardan kurtulamayacak ve huzuru bulamayacaktır.