Olumsuz örnekler ve bunlarla ilgili şikayetler, “bila-inkıta” süreklilik arz etmeye başlayınca; Türkiye’nin demokrasiden vaz geçip vaz geçmediği sorusu da haliyle “bi-devam” sorulup duruyor…
Her ne kadar Anayasamız, “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” şeklinde bir tanımlama yapmış ve ardından demokrasiyi korumayı devletin temel amaçları arasında saymış ise de; gerek yargı ve gerekse idare uygulamaları zaman zaman bu ilkeler ile çelişir sonuçlar üretebilmektedir…
Konuyu, “istisnalar kaideyi bozmaz” diyerek kolayca savuşturmak mümkün aslında…
Fakat istisnaların sayısı; bazen “normallerin” sayısına yaklaşınca bunu söylemek de zorlaşıyor!...
Şikayete konu olan uygulamaların faillerine bakarsanız; onlara göre ortada bir demokrasi sorunu falan yok!.. Yapılan her şey mevzuata uygun…
…
Bizim gibi yazılı hukuk sistemini uygulayan ülkelerde, diğer ülkelerden farklı olarak “kanunilik/ meşruluk” çerçevesinde tartışma yaratan başka sorunlar ortaya çıkıyor…
Diğer ülkelerde “yasal” olan bir durum aynı zamanda “meşru” veya “demokratik” olarak da kabul görürken; Türkiye gibi yazılı hukukun ya da hukukçuların deyimiyle “mevzu hukukun” egemen olduğu devletlerde durumun doğası gereği maalesef böyle bir durum söz konusu olmuyor…
Haliyle kanuna uygun, ama “demokrasiye” aykırı olan uygulamalara buralarda sıkça rastlayabiliyoruz…
1923’ten bu yana defalarca düştüğümüz şu tezata bakar mısınız?
“Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak” amacıyla kurmuş olduğumuz devlet; kendini korumak için, ya da kendini temsil eden hükumeti korumak için o demokrasiyi çiğnemeyi kendinde bir hak olarak görebiliyor!...
Bu anlamda kötü olan sadece darbeler veya darbe girişimleri değil elbette… Onlarla aynı sonucu doğuran ve çeşitli güvenlik reflekslerini bahane ederek çıkartılıp uygulanan bazı yasalar ve kararlar da bana göre aynı kategoride…
Sadece sandığa gitmekle demokrasi olmuyor… Sandık, elbette demokrasinin temel direklerinden biri… Ama onun yanında çok daha önemli unsurları var…
Bağımsız yargı, özgür basın, kuvvetler ayrılığı, güçlü sivil toplum ve hesap verebilir yönetim…
Bunlar olmayınca, demokrasi içi boş bir kavrama dönüşüyor… Türkiye’miz yaklaşık yüz yıldır bu gerçeklerin gölgesinde, inişli çıkışlı, sancılı bir “demokratikleşme yolculuğu” yapıyor...
Çok partili hayata geçişten günümüze uzanan süreçte, adeta mehter takımı misali; kimi dönem ilerleme, kimi dönem gerilemeler yaşadık…
Bugün geldiğimiz noktada, seçimler düzenli olarak yapılıyor olsa da, demokratik standartlar bakımından ciddi tartışmalara şahit oluyoruz…
Avrupa Birliği ilerleme raporlarında ve zaman zaman açıklanan uluslararası demokrasi endekslerinde Türkiye’nin son yıllarda “kısmen özgür” veya “hibrit rejim” kategorilerinde yer alması, bu üzücü tabloyu gözler önüne seriyor.
Elbette bu rapor sahiplerini “objektif” olmamakla suçlayabilirsiniz… Ancak, halkınız o raporlara inandığı andan itibaren sorun kendiliğinden doğmuş oluyor!...
Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden biri, kuvvetler ayrılığının zayıflaması… Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki denge ve denetim mekanizmalarını maalesef sağlıklı işletemiyoruz…
İkinci olarak söylenmesi gereken şu:
İfade ve basın özgürlüğü noktasında ciddi baskılar olduğuna dair serzenişler var… Bu baskıların hepsini “yargı” veya “yürütme” baskısı olarak ifade etmek yanlış olur… Günümüzde “sosyal medya” başta olmak üzere kitle iletişim araçlarının desteği ile çeşitli şekillerde profesyonelce icra edilen “algı operasyonları” ve “manipülasyonlar” onlardan çok daha etkili bir baskı aracına dönüştü!...
ABD’de NTV muhabirinin başına gelen olayda olduğu gibi, “antidemokratik iklim” algısı öngöremediğimiz daha başka baskı araçları doğurabiliyor…
Farklı seslerin susturulduğu bir ortamda, toplumun demokratik bilinci de törpülenir… Demokrasinin gelişmesine katkı sunacak nitelikteki “cesaret gömleklerini” artık kimse giymez olur…
Bir diğer engel, hukukun üstünlüğü ilkesinin yara alması... Adalet mekanizmasının bağımsızlığı tartışılır hâle geldiğinde, vatandaşların devlete olan güveni zedelenir…
Ayrıca sivil toplum örgütlerinin önündeki bürokratik ve siyasi engeller, halkın karar süreçlerine katılımını da kısıtlar…
Türkiye’nin demokratikleşme sürecini güçlendirmek için, “hukukun bağımsızlığı” konusunu sadece kendi penceremizden bakarak değerlendirmeyelim… Karşı pencereden görünen manzarayı da dikkate alalım…
Basın özgürlüğü, yalnızca gazetecilerin değil, toplumun tamamının özgürlüğü demektir…
Kitle iletişim araçlarının yanlı, taraflı, sübjektif, manipülatif ve yönlendirici yayınlar yapmasına müsaade edilmemeli…
Sürekli iktidarı pohpohlayan, sorunların halı altına süpürülmesine destek olan bir basından ne iktidara fayda gelir, ne de memlekete…
Halkın doğru ve gerçek bilgiye erişimi hiçbir şartta engellenmemeli…
Sivil toplumun güçlenmesi, katılımcı demokrasinin inşasında kilit rol oynar…
Ve en önemlisi, siyaset üstü bir uzlaşıyla, demokrasinin herkes için vazgeçilmez bir değer olduğunu peşinen kabul etmemiz lazım…
Kimse kimseyi kandırmasın…Temsili demokrasi denilen şey demokrasi falan değildir!... Esasen bir oyalama ve aldatmadan ibarettir…
Davet edildiğin yemek sofrasına temsilcini gönderdiğinde doymuş oluyor musun?
O sofraya bizzat katılmak gerek… Asıl demokrasi, “katılımcı” demokrasidir… Gerisi lafügüzaftır!...
Türkiye’nin demokrasi yolculuğu hala devam ediyor… Bu meselede ortaya çıkan her kriz ve her tartışma, daha sağlam bir demokratik düzenin kurulması için bir fırsat olabilir…
Yeter ki, siyasetçiler ve toplum, demokrasiye sadece bir “yönetim biçimi” olarak değil, aynı zamanda bir yaşam kültürü olarak da sahip çıkabilsin…
Yeni anayasa hazırlama sürecinde, açıkladığım bu serzenişler umarım hakkıyla dikkate alınır…