Hain bir itirafın hayatını değiştirdiği o günden sonra, geçmişinin izlerini sürerken hala kalbindeki küflerle nefes alarak,       zehirlerini bulaştırmaktan zevk alan insanlarla aynı dünyada yaşayabilecek kadar cesur olan o kıza…

                               “Bu benim kaçıncı boğulmam, kaçıncı kez çığlık çığlığa haykırırken çırpınışım! Ne zaman bitecek bu beni dünyamdan soğutan, çaresiz bırakıp ölümü düşündüren, en derin hüzün kuyularına atıp uykusuz bırakan, zihnimi kemiren, yardım çığlıklarımı artık biçare duyuramadığımı anlayıp suskun bırakan şey!

                               Her kim okuyorsa bu satırları ona döküyorum içimi; bıktım, çok yoruldum, çok boğuldum ama bir türlü ölemedim! Bu, tüm hücrelerini karanlık sarmış, düşüncelerini, maneviyatını akreplerin, yılanların çıngırakları kuşatmış, insan olamamış, kul olamamış insanımsı varlıklardan çektiğim bitmeyecek mi!

                               Ancak ölünce mi kurtuluş var bana? Oysaki benden yaşça çok büyükler, onların eceli daha yakınken önce beni mi sürecekler bu dünyadan, sevdiklerimden, hayatımdan? Ölüm korkunç mu geliyor onlara ki beni buna layık görüyorlar. Halbuki ölüm ne bir son ne de korkutan bir karanlık. Yaratıcıya kavuşmaktır ölüm. O’nun bir başka gücüne tanıklık etmek, yüceliğine yeniden başka bir alemde şahit olmaktır ölüm. Bilmiyorlar. Bir an önce ölümümü hayal edip dilemekten perişan oldular. Bunca yıl kendileri için, aileleri için güzel dilekler dilemek için kurutsalardı o dillerini, kim bilir belki de en yakınları şimdi huzurlu bir hayat sürüyor, iki yakaları bir araya geliyordu. Ama onlar beni oturttular hayatlarının merkezine. Benim gibi öksüz, yetim olana uzattılar çıngıraklı dillerini…”

                               Bu satırları yazan genç kız gözyaşları süzülürken yanaklarından bıraktı kurşun kalemini sayfanın üzerine. Daha fazla yazamayacaktı hıçkırıklar boğazına düğümlenmişken. Bir süre sessiz çığlıklar atarak ağladı, ağladı, ağladı. Ardından uyuyakaldı.

                               Rüyasında dipsiz bir gezegenin, kendi gibi dipsiz karanlık bir kuyusundan göğün zifiri karanlığına bakıyordu. Yıldızlar yok. Ay yok. Sadece sessizliğe kibirle eşlik eden bir karanlık hakimdi. Tek başına dipsiz kuyunun derinliğinde huzuru hisseti genç kız. Gerçek sandığı dünyada yaşarken ne de farklıydı her şey. Nasıl da hüzün vardı, dert tasa vardı orada… sonra yavaşça süzülmek istedi, açtı kollarını, umut tam içindeydi; ruhunun merkezinde. Ve havalandı göğe doğru. O havalandıkça geçtiği yerleri yıldızlar kapladı, Ay parladı az ilerde. O süzüldükçe havada, karanlık aydınlanmaya başladı. Ortaya çıktı rengarenk çiçekler, masum hayvanlar, masmavi denizler…

                               İnsan yoktu burada; karabasan gibi göğü kaplayan kibirli karanlık da yok olmuştu böylece. Diğer canlılar sardı etrafını en sevecen halleriyle. Hiçbiri menfaatperest değildi, fesat nedir, kalp kırmak nedir bilmeyenlerdi onlar. İyi ki uykuya dalmışım dedi, genç kız ve gözleri ışıldadı huzurdan.

                               Ve sevgili okur, kitap okumuyorsan boşa geçmiş vaktine üzül. Üzül ama üzüntüyle de vaktini boşa harcama, bir an önce al bir kitap okumaya başla. Zihnini, ufkunu başka dünyalara aç durma. Bilmediklerini öğren, öğrendiklerini unutmamak için yeniden oku. Ancak okuyacağın şeyi seçerken çok dikkatli ol; sen umutsuz karanlıklardan kurtulmak isterken seçtiğin kitabın yazarı seni kendi karanlığına sürüklemesin. Onun ışıksız dünyasında ebediyen yok olmayasın sonra.