İnsanın dünya yolculuğu, ilk gözlerini açtığı ve soluklandığı anne kucağı ile başlar. Aile ve sosyal çevresi yolculuğun ikinci durağıdır. Dünyaya geldiği topraklar ve mekanlar insanı şekillendirmeye başlar. Bu şekilde de çocuk etrafındakilerle ünsiyet kurmuş olur. Dünya hayatının bu bölümüyle insan artık görünmeyen bir bağı oluşur. İşin ilginç tarafı da ünsiyet kurulanlarla bağlarınız sizi hayatınız boyunca terk etmez. Çocukluk dönemi yaşananlar, şahsiyetinizin şekillenmesinde rol oynamış toprak, mekan ve çevre sizin bir parçanızdır. Bazen rüyalarınız da bile o eski günlere gidersiniz. İlginçtir, içinizde bir görevli sizi sürekli doğduğunuz köy veya mekanlara adeta davet eder. Bu davete icabet ettiğinizde de tarifi mümkün olmayan bir heyacan içine girersiniz. Bu heyecan her seferinde tekrar hissedilir. İşte biz de, geride bıraktığımız Cumartesi akşamı, Mustafa Gök ve Kadir Ağa’nın misafiri olarak yine aynı heyacanı bir defa daha yaşadık. Doğduğumuz köyden, Akören’den farklı yerlerde yaşayan sekiz on dost, Sıla-i Rahim yaptık. Bir akşam yemeğinde buluştuk. Hem de köyün üstündeki Çardak Sekisi’nde. Ormanın içinde. Bir taraftan konuştuk, hasret giderdik, eskileri yad ettik. Diğer taraftan da hafızalarımızda çocukluk hatıraları canlandı durdu. İsterseniz hatıralara birlikte bir göz atalım...

Sabah 06.00 akşam 17.30 mesaisi
Henüz; dokuz, on ya da onbir yaşlarındaydık. Okullar tatil olduktan sonra önemli görevlerimizden biri de kış aylarında yakacağımız odunları tedarik etmekti. Ama kollarımız ne bir baltayı ne de nacak kaldıracak güçte değildi. Buna rağmen, yaz tatilinde bir çok akranımızın yaptığı gibi biz de sabah saat 06.00 sularında çalışmaya başlardık. Ve akşam üzeri eve ulaştığımızda yorgunluktan bazen akşam yemeği yemeden uykuya dalardık. Herhangi bir mecburiyetimiz yoktu. Ancak hergün sabahın çok erken saatinde, hem de yarı uykulu olarak merkeplere biner dağlara odun/talaş toplamaya giderdik. Yaz ayları olmasına rağmen sabahları soğuk olurdu. Merkeplere biner, ayaklarımızı da heybelerin gözüne katardık, ısınsın diye. İki, üç saat yolculuktan sonra varırdık talaşlarımızı toplayacağımız dağlara. Kurumuş odun parçalarını toplar, keçi kılından yapılmış heybelere yerleştirirdik. Bu iş bir iki saat sürerdi. Sonra bir ağaç gölgesine oturur, annelerimizin heybeye koyduğu azıklarımızı birleştirir öğle yemeği yerdik. Genellikle yufka içinde yağda yumurtaydı azığımız. Yemekten sonra sırayla merkeplere heybeleri yükler, yavaş yavaş yola koyulurduk. Heybe yüklü merkepler önde, biz de arkada o iki üç saatlik yolu yürürdük. Eve geldiğimizde de yorgunluktan kendimizden geçerdik. Bu günlerce tekrar ederdi. İşimizi sabırla, aşkla ve severek yapardık. Zaman diye bir kavram söz konusu değildi. Bir yerlere yetişmek için acele etmiyorduk. Tedirgin olmuyorduk. Randevümiz yoktu. Saate bağlı değildik. Güneşin doğuşu ve batışı ölçüydü o çocuk yaşlarda. Her şey doğal ve hayatın akışı içindeydi...   

Yağmur dualarındaki bulgur pilavı
Mustafa Gök ve Kadir Ağa’nın hazırladıları yemekler yavaş yavaş önümüze gelmeye başladı. Beni en çok etkileyen yemek ise, nohutlu bulgur pilavı oldu. Pilavın kokusu hiç mi hiç değişmemişti. Salçasız pişirilmişti. Üç beş kaşıktan sonra, sofradaki yarenlere sordum: bu pilavın kokusu size bir şeyler hatırlatıyor mu? diye. Herkez bir şeyler söyledi. Hayır dedim. Taa gidin çocukluğumuza. Kırk yıl öncesine. Sorunun cevabını ben verdim. Arkadaşlar, bu bulgur pilavının kokusu bizim çocukluğumuzda yapılan yağmur dualarında kazanlarla pişirilen bulgur pilavlarının kokusuyla aynı dedim. Mubarek, hiç değişmemiş...

Üşüdük, üşüdük...
Kaç haftadır Türkiye’deyim. Sıcaklar ortalığı kavuruyor adeta. Ortalık yanıyor. Öğle saatlerinde ortalarda yürümek bile zor. Ama ilk defa Cumartesi akşamı, Akören’in Çardak Sekisi’nde üşüdüm. Torosların kenarı, oksijen yüklü o dağlarda üşüdük. Allah’tan tedarikli gitmişiz. Pardesümü sırtımdan hiç indirmedim. Bir ben değil, hazirun da üşüdü. Kimi çeket ve kazak giydi kimi de çam odununuyla yanan ateşin etrafında ısındı.

Çam ateşinde çay...
Biraz üşüdük üşümesine ama, çam ağaçlarının kurumuş dallarıyla yakılan ateş közünde demlenen çay, her şeye bedeldi. Çay’la birlikte Kadir Ağa’nın sohbetlerini dinlemek de kelimelerle anlatılmazdı. Yıl da bir kez de olsa insana terapi gibi geliyor. Gülmekten, kasıkları ağrıyanlar bile vardı. Bir ara çok kısa olmak üzere siyasi meseleler konuşuldu. Ama usta ve tecrübeli oyuncu Kadir Ağa hemen meseleye el attı ve siyaset konuşulmadan bir akşam geçirdik. Otuz kırk yıllık hatıralar, fıkralar, yaşananlar anlatıldı da anlatıldı.

Vel hasıl, sıla-ı rahim kişinin insani bir ihtiyacı. Günlük uğraşların dışına çıkıp, o gündemsiz, acelesiz, telefonsuz, koşturmaca olmadan yaşanan çocukluk günlerine üç dört saat bile geri gitmesi bambaşka bir tecrübe. Vesile olanlara teşekkür ediyorum.
Bu arada, o gecenin sabahında arabanın hasar gördüğü bir tarafik kazası geçiren Kadir Ağa’ya büyük geçmiş olsun der, saglıklı bir ömür dilerim.