Hollanda Seçimleri Üzerine

12 Eylül Çarşamba günü sandık başına giden Hollandalı seçmenler korkulanın aksine istikrar dedi. Halbuki kamuoyu yoklamaları istikrardan ziyade belirsizliğe işaret etmekteydiler. Herkeste yönetemeyen bir demokrasiye doğru yol alındığı endişesi hakimdi dersek abartmiş olmayız. Zira kamuoyu yoklamalarından cıkan sonuçlar sağlıklı bir koalisyon oluşturacak kombinasyonlardan oldukça uzaktı.


Nihayet 12 Eylülde korkulan olmadı. Merkez sağdaki VVD (Özgürlük ve Demokrasi Partisi) ile sosyal demokrat PvdA (İş(çi) Partisi) oylarını bir önceki seçimlere göre yaklaşık % 30 civarında artırarak sırasıyla % 27 ve % 25 oranında oy aldılar. Bu oranlara göre de VVD 41, PvdA 38 sandalye ile Temsilciler Meclisi’nde temsil elde ettiler. 21 partinin yarıştığı seçimler sonucunda bu iki partinin birlikte aldıkları destek,  hem oran hem de sandalye sayısı bakımından seçmenlerin çoğunluğuna tekabül etmektedir, ki böyle bir sonucu seçimlerden bir kac hafta öncesine kadar en pembe rüyalarda bile görmek mümkün değildi. Beklenen VVD, PvdA, SP (Sosyalist Parti) ve PVV’nin (İslamofob Wilders’in Özgürlük Partisi) % 20’ler civarında oy alarak 25 ile 30 sandalye civarında kalacaklarıydı. Hollanda’nın en köklü ve en uzun süre iktidar olan partisi CDA’nın durumu ise herkesi merakta bırakmaktaydı. Acaba 2010 yenilgisinin sarsıntısını atlatabilecekler miydi? CDA ile alakalı olarak kamuoyu yoklamalarından çıkan sonuçlar sandıktan da çıktı ve % 8,51’lik bir oy oranıyla hem tarihinin en kötü sonucunu aldı hem de 13 sandalyeye gerileyerek marjinalliğe doğru yelken açtı.


Kamouyu yoklamalarından çıkan tabloya göre tarihinin en büyük zaferine doğru yol aldığı sanılan SP ise ancak 15 olan mevcut sandalye sayısını muhafaza edebildi. SP gibi seçimlerden güçlenerek çıkacağı düşünülen sosyal liberal D66 ise 10 olan sandalyesini ancak 12’ye çıkarabildi. Buna karşın 10 sandalyeli GL (Yeşil  Sol) ise 4 sandalyeye gerileyerek geleceğini tehklike sınırları içine itti. Diğer marjinal partilerde ise dikkate değer bir gelişme olmadı. Hatta bunlar, geleneksel seçmenlerinin merkezdeki partilere stratejik oy vermeleri sebebiyle, geçici de olsa kan kaybettiler bile diyebiliriz.


Seçim sonuçlarının en önemli ve olumlu özelliği şüphesiz Wilders’in partisi PVV’nin tüm beklentilerin aksine büyük kayıp vermesidir. 2010’daki seçimlerde 24 sandalyeye ulaşan PVV, 12 Eylül seçimlerinde 15 sandalye elde etmiştir. Her ne kadar eylem ve söylemleri bakımında hem Hollanda hem de azınlıklar açısından büyük tehlike arz eden PVV’nin 150 sandalyeli mecliste 15 sandalye ile temsil edilmesi endişe verici olsa da, yükseliş trendinden düşüş trendine geçmesi oldukça sevindirici bir gelişmedir. Düşüş trendinin devam etmesi ise kriz yönetimine bağlıdır. Krizle mücadele başarılı olmazsa bundan nemalanacak olan şüphesiz ilk etapta PVV olacaktır. Fatura da özellikle Müslümanlar olmak üzere azınlıklara çıkarılacaktır.     


Her ne kadar gerek sağ gerekse sol için tek renkli bir koalisyon mümkün görünmezken, ortaya çıkan çıkan bu tablo krizle boğuşmakta olan ülke için en iyi durumdur. Zira 5-6 ortaklı bir koalisyondan iki partili bir koalisyon her zaman daha pragmatik olacaktır. Zaten bunun farkında olan VVD ve PvdA liderleri seçimlerin hemen akabinde yapılan nabız yoklamarında birlikte koalisyona karşı olmadıklarını beyan etmişleridr. Bunun üzerine de Temsilciler Meclisi tarafından koalisyon zeminini araştırmaları için VVD’li bakan Henk Kamp ve PvdA eski lideri Wouter Bos informatör olarak atanmışlardır. Bu iki informatörün nezaretinde VVD adına parti lideri Mark Rutte ve Stef Blok, PvdA adına da parti lideri Diederik Samsom ve Jeroen Dijsselbloem pazarlıkları yürütmektedirler. Genelde aylar süren arayışlar göz önüne alındığı zaman, tarafların bir an önce hükümetin kurulması taraftarı oldukları gözlenmektedir. Ancak pazarlıkların çetin olacağı bilenen bir gerçektir. Ancak PvdA’lı Wouter Bos’un pazarlıklarda önemli bir katalizatör görevi yapacağı ve nihayetinde iki partiyi birlikte koalisyon kurmaya ikna edeceğini söylemek mümkündür. Bana göre Bos’un informatör olarak seçilmesinin başlıca sebeplerinden birisi onun iki parti arasındaki uçurumu kapatacak nitelikte birisi olmasıdır. Her ne kadar pazarlıklar şu an itibariyle iki parti tarafından yürütülse de, zamanla bir üçüncü partinin masaya ilave edilmesi de muhtemeldir. Zira iki parti birlikte Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğa sahip olsalar da, bu durum Senato için söz konusu değildir. Bu da Temsilciler Meclisi’nde alınan kararların Senato’da onaylanmasını tehlikeye atacaktır. Üçüncü bir ortağın masaya oturması bu sebepten dolayı gerekli olabilir. Ancak bu mesele, bazı partilerin Senato’da krizle alakalı önemli kararlarda hükümetin kararlarını destekleme taahhüdünde bulunması durumunda üçüncü bir parti olmadan da çözülebilir. Hollanda devlet geleneği göz önüne alındığında böyle bir çözümün hiç de ihtimal dışı olmadığını  göreceğiz.  


Seçim sonuçlarına % 80’i çifte vatandaş olan Türkler açısından baktığımızda şu tabloyu görürüz: 14 adet Hollandalı Türk’ün (Türkiyeli) çeşitli listelerden yarışa katıldığı seçimlerde sandığa gitme oranı % 40’larda kalmıştır. Türk kökenli adaylara verilen oylar baz alındığında ortaya çıkan bu katılım oranı genel oranın ancak yarısı kadardır ve tüm verilen oyların toplamı birbuçuk sandalyeye tekabül etmektedir. Buna rağmen şu an itibariyle üç aday doğrudan seçilmişlerdir. Bu sayı PvdA’nın koalisyona dahil olmasıyla 6’ya, şayet D66’nın da üçüncü ortak olması durumunda 7’ye çıkacaktır ki, bu da sayısal temsil açısından oldukça iyi bir sonuçtur. Ancak tercihli oy sisteminin geçerli olduğu Hollanda’da, bir sandalye için gerekli olan oy sayısının dörtte birinin seçilmeye yeterli olduğunu düşünürsek, bu sayının daha da fazla olması mümkün olabilirdi. Salt bu açıdan bile katılımın bu kadar düşük olması üzüntü verici bir durumdur ve sivil toplum kuruluşlarının bu konu üzerinde önümüzdeki ay ve yıllarda kafa yormaları gerekir. 


Sandığa giden Hollandalı Türklerin tercihlerine bakarsak ciddi sinyaller görürüz. Geleneksel olarak PvdA’ya yönelen Hollandalı Türkler bu seçimlerde de yoğun olarak bu partiye oy verdiler. Bunda PvdA listesindeki 8 Hollandalı Türk adayın olması şüphesiz etkili olmuştur. Nitekim 27. sıradaki   Tunahan Kuzu tek başına 23 bin küsur oy almayı başarmıştır. PvdA’nın Türklerden aldığı oyların toplamı 60 bin civarındadır. Listesinde 2 Hollandalı Türkün olduğu CDA ise 10 bin oy alarak Türklerden aldığı oy bakımından % 500 artış sağlamıştır. Bu da partiye rağmen adaylara destek verildiği anlamına gelmektedir. Bir diğer dikkat çeken durum ise 2006’da 35 bin, 2010’da 17-18 bin civarında oy alan D66 adayı Fatma Koşer Kaya’nın 5 bin oy civarında kalmasıdır. D66’ya Fatma Koşer-Kaya nezdindeki  ‘emanet’ oyların geri alınmasının en önemli sebebi helal kesime yasak getirilmesi yönündeki tavrıdır. Koşer-Kaya da bu konuda partisinin istikameti doğrultusunda hareket ettiği için Türk seçmenlerin desteğini yitirmiştir. Buna ilaveten eşcinsellerin gösterisine Türk bayrağı motifli kıyafetle katılıp, tepkileri iyice üzerine çekmiştir. Hollandalı Türk seçmenlerin desteklerini geri çektikleri bir diğer parti de SP’dir. Zira gerek SP önde gelenlerinden Harry van Bommel, gerekse Sadet Karabulut zaman zaman PKK’ya sempatilerini açıkça ifade etmişler ve bu durum da terör ve terörizm konusunda hassas olan Hollandalı Türkleri SP’den soğutmuştur. Sonuç olarak da Türklerden geçen seçimlerde aldığı oyun ancak 4’te birini alabilmiştir.


12 Eylülde erken yapılan genel seçimlerin sonucunda ortaya çıkan tablo önümüzdeki dört yıl için iyimser olmamızı sağlasa da, krizle mücadelede başarı veya başarısızlık bir sonraki seçimlerin zamanında yapılıp yapılmamasını belirleyecektir. Başarılı olunması durumunda sadece Hollanda karlı çıkmayacak, aynı zamanda Avrupa da karlı çıkacaktır. Ne de olsa Hollanda Avrupa’nın laboratuvarıdır. Burada olup bitenler diğer ülkelere de hep ilham vermiştir.