Geçen hafta, Türkiye’den gelen birkaç misafirimizle birlikte, Londra’da parlamento binasını ziyaret ettik. Ziyaret aylar öncesinden planlanmıştı ve ‘Senior’ Milletvekili dostumuz bizi kapıda karşıladı.

İşin hikaye kısmını geçeceğim. Çarpıcı birkaç anekdotu paylaşmak için kaleme aldım bu seferki yazımı.

O gün, yani Çarşamba günü İngilizlerin kısaca ‘Prime Time’ da dedikleri, orijinal adıyla ‘Prime Minister’s Question Time’ vardı. Yani İngiltere Başbakanı, gelenek olduğu üzere yarım saat Avam Kamarasında milletvekillerinin seri sorularıyla muhatap oluyordu. O gün de başbakan, meclisin karşısına çıkacaktı ancak bu sefer gündem baya hareketliydi David Cameron için. Malum dünyanın gündeminde olan Panama Belgeleri, şu günlerde İngiltere Başbakanı’nın da başını ağrıtıyor.  

Ziyaret ekibi kalabalık olduğu için grubu ikiye ayırdık. Uzaklardan gelen misafirler mecliste canlı izlerken, biz de milletvekili dostumuzun odasında televizyondan takip ettik konuşmaları. Başbakanı, muhalif milletvekillerinin nasıl sıkıştırdıklarını heyecanla izledik. Bu kısmın detaylarıyla ilgilenenler, haber bültenlerinin arşivlerinde bulabilirler.

Oturumdan sonra milletvekillerinin yemek yediği bölüme geçtik. Bu arada salonda yürürken arkamızda tanıdık bir ses duyduk. Dönüp baktığımızda arkamızda yürüyen tanıdık sesin sahibi David Cameron’du. Özellikle Türkiye’den gelen dostlarımız için enteresan bir andı bu. Ülkenin başbakanı misafirlerin de bulunduğu bir ortamda birkaç kişiyle sohbet ederek, kahkahalarla yemek salonuna geçiyordu. Koruma, protokol vesaire,  etrafında hiçbir ‘ağır abi’ durumu yoktu yani.

Biz de – sanki her zaman kendisini buralarda görüyormuşçasına sakin vaziyette- kendimize ayrılan masaya geçtik.

Asıl benim için, dikkat çekici olan bu yemekteki konuşmalardı. Tabiki parlamento binasının etkileyici tarihi yapısı, İngiliz parlamenterlerin nazik yaklaşımları, en mahrem alanlarına bile bizi büyük bir özgüvenle alışları, ortamda rahat edelim diye özel ilgilenmeleri önemliydi. Protokol adabını -bizim Akdeniz sıcaklığımıza da karşılık vererek- en ince detayına kadar uyguladılar. Gayet keyifli bir ortamdı.

Konuşma ilerlerken, bizde merak ettiklerimizi soruyorduk. Lordlar Kamarasını, Kraliçe’nin devlet içindeki rolünü sorduk, İngiliz dostlarımız anlattılar. Kraliçe’nin devlet içindeki rolü çok çok zayıftı. Kanunlar ölçüsünde parlamento ne isterse onu yapmak zorundaydı. Lordlar kamarası tamamen sembolikti vs vs… Bildiğimiz İngiliz yönetim biçimini anlatım şekliydi. Kraliçe ve Lordlar tamamen sembolikti onlara göre. Tüm güç, halkın elindeydi.

Ben yine de ısrarla sordum. “ Lordlar ihtiyar, yaşlı diyorsunuz. Bu halde nasıl iş yapabiliyorlar? O kadar Lord burda boşuna olmasa gerek?”

İngiliz kurt siyasetçi dostumuz cevap verdi. “Lordlar oturdukları yerde ağırlıklarıyla iş yaparlar. Onların varlığı ve tavsiyeleri bize yeter.”

Bu etkileyici bir cümleydi. Sembolik gibi gözükseler de devlet yönetiminde çok etkililerdi.

Sonra arkadaşlarımdan birisi daha sordu. “Başbakan’ı, Panama Belgeleri sebebiyle baya sıkıştırdılar ama herkes yine de son derece nazikti ve şimdi de başbakan keyifli bir şekilde salonda dolaşıyor, yan tarafta her kesin içinde yemek yiyor. Hiç kimse de bir tavır almıyor. Bizde böyle bir şey olsa muhalefet bizim başbakanı yerdi.”

İşte bence tüm günün, hatta benim için İngiltere’de geçirdiğim dokuz yılın bu konudaki en önemli cümlesini söyledi tecrübeli milletvekili dostumuz.

“Niye kavga edelim ki? Hepimiz Kraliçenin tacı altında değil miyiz? Hepimiz aynı amaç için mücadele ediyoruz.”

Kraliçe, devletin birliğinin en büyük güvencesiydi.

Sembolikte olsa, psikolojik de olsa.

Houses of Parliament’den çıkarken kafamda hep bu cümle vardı.

“Niye kavga edelim ki…?”

Anadolu’yu düşündüm uzun uzun…

Selamlarımla,

 


[email protected]

www.twitter.com/ahmetferruh

www.facebook.com/londonistanbul

www.ahmetferruh.com