Evlilikler oluyor, doğumlar oluyor, ölümler de oluyor. Hayat kaçınılmaz bir şekilde devam ediyor. Bunlar yetmezmiş gibi insanların icat ettiği dini bayramlar ve tarihteki coşkuları taze tutmak için kararlaştırılan milli bayramlar oluyor. Anneler günü, doğum günleri, evlilik yıldönümleri gibi hareketlenmeler de var. Ben düğünlerde havai fişekler atılan, havaya silahlar patlatılan bir ortamda hiç olmadım. Ölümlerin siyasi bir arenaya çevrildiği ortamlardan da hep uzak durdum. Basit, sıradan, olağan yaşamaya, abartılara bulaşmamaya gayret gösterdim. Benim dünya görüşüm; ‘’Geçiyorduk bir uğrayalım dedik ve dünya denilen bu garip, bu yalan alemi biz de görelim dedik. Geldik, gördük ve gidiyoruz’’ diyen ruhumun sesidir.

Paran varsa istediğin gibi harcarsın. Hiç bir zenginin  parası ile hiçbir züğürdün çenesini yormasını istemem. İsteyen 40 gün 40 gece düğün yapar oğluna ve oğlu Orta Amerika’da 3 ay  balayı yapar, dönerken de 1 ay İtalya’ya ve Paris’e uğrar! Parası olan evlilik yıldönümünde karısına veya gelinine özel yat veya özel helikopter hediye eder. Parası olan karısının Kanada’da, Amerika’da doğum yapmasını sağlar ve doğacak çocuğuna Amerika, Kanada vatandaşlığı alır. Bunlara kimse karışamaz. Madem ki özgür bir dünyayı savunuyoruz, madem ki zeki olan, çok çalışan çok zengin olsun diyoruz, madem ki tembel olan, çalışmaya tahammülü olmayan kendi haline razı olsun diyoruz o halde kıskanmak yok! Çene yormak yok!

Ama her şey bu kadar basit değil! Uyuşturucu satarak, yüz binlerce genci bedenen ve ruhen zehirleyerek çok zengin olanlar var! Kadınları seks işçisi olarak çalıştırarak zengin olanlar var! Silah kaçakçılığı yaparak, tetikçilik yaparak, teröristlere taşeron keskin nişancılık yaparak zengin olanlar var. Bunların bu işleri yapmasına ve bu kadar zengin, nüfuzlu olmasına neden izin verilir? Bunu anlamamız gerekir. Devletin, millettin;  hizmet etmesi, görev yapması için kendisine teslim, emanet ettiği maddi, sosyal, nüfuz imkanları kişisel egoları için har vurup harman savuranlar var. Buna hem de yasalar eli ile neden izin verilir? Bunu da anlamamız gerekir. Anlamamız derken, kabullenmemiz gerekir demiyorum. Sebepleri, gerekçeleri, neden bunlara ihtiyaç duyduklarını anlamamız gerekir demeye çalışıyorum. Yani bir hekimin hastasının hastalığını teşhis etmeye çalışması gibi bir niyetten bahsediyorum. Eğer hastalık teşhis edilirse hastanın tedavisi de mümkün olabilir diye düşünüyorum. Çünkü kibirli olmanın, insanlara tepeden bakmanın, egolarını sürekli şişirmenin, sürekli övülmekten beslenmenin, sürekli şımartılmaktan feyz almanın ağır bir hastalık olduğuna inanıyorum.

Hasta olmayan insanlar görmemesi gereken her ne varsa görmezler, bakmazlar. Duymaması gereken her ne varsa kulaklarını oraya monte etmezler. Burnunu karıştırıyorsa bir insan dalgınlıkla normal insan ona bakmaz, çevirir kafasını. Kendi kendine konuşuyorsa yaşlı bir kadın takılmaz Ona normal insan. Hasta olmayan insanlar görmesi gerekenleri görürler, duyması gerekenleri duyarlar. Görmemesi gerekenlere bakmazlar bile, duymaması gerekenlerden kulaklarını uzak tutarlar ve mümkünse o anda şarkı dinlerler. Kuş sesleri dinlerler.

Görmemiz gerekenler, duymamız gerekenler nelerdir? Bunlara kibre, egoya, gurura, takıntılara düşmeden aklımızla biz karar vermeliyiz. Sosyal şartlanmalardan veya insanların icat ettiği takıntılardan yola çıkarak ,daha doğrusu yıllarca önce yaşamış veya halen yaşamakta olan başkalarının verdikleri kararlarla ne göreceğiz, ne duyacağız diye kendimizi koşullandırmaların kucağına bırakırsak hastalıklı bireyler oluruz. İnsan ağzından veya kıçından gaz kaçırdıysa duymayacaksın. Ama insan hiçbir ihtiyacı olmadığı halde çaldıysa ve cümle alem duysun diye tellallar bağırdıysa duyacaksın. Kadının rüzgarda etekleri havalandıysa veya adam buzda kayıp pantolonunun  ve külotunun tam arkası tamamen yırtıldıysa bakmayacaksın, görmeyeceksin. Ama bir maganda bir kadını sille tokat dövüyorsa, bir sapık bir küçük çocuğa tecavüze yeltendiyse göreceksin. Görmekle de kalmayacaksın, müdahale edeceksin ve mümkünse bu müdahaleyi kan dökmeden sonuçlandıracaksın.

Gönül gözleri de var, gönül kulakları da var. Görüntüsü, sesi olmayan ama gerçek olan, hakikat olan her ne varsa görürsünüz, duyarsınız .Muhatabın kibrini, şımarıklığını, egolarını göreceksiniz, görmelisiniz. Onun bakışları ile etmeye çalıştığı hakaretleri duyacaksınız, duymalısınız.

İster kafamızdaki gözlerle ve kulaklarla olsun, isterse de gönlümüzün gözleri ve kulakları ile olsun; insan ne görmek, ne duymak isterse işte onu arar, onu bulur ve onu görüp onu duyar. Yani ; Hal böyleyken; sizi, bizi rahatsız ve huzursuz edecek nesneleri, olayları, görüntüleri, varlıkları, şahısları neden hasret kalmışız gibi arayalım ve neden onları bulalım ve neden onları görüp, onları duyarak üç günlük hayatımızı zehir zıkkıma çevirelim.

Basit, sıradan, olağan, abartmadan, sade ama ezilmeden, yerlere düşmeden yaşayabilene aşk olsun! İşte onlar sırtların yaslanabilecekleri  tek olayın, tek hakikatin;  sevgi, dostluk, güven olduğunu bilirler. İşte onlar bu sevgiyi, bu dostluğu, bu güveni bile abartmadan, doğal, sade yaşamaya özen gösterirler.

Bu yüzden diyorum ki; havada patlatılan havai fişeklere değil, onları orada patlatan zihniyetlere bakmaya çalışın! Havaya sıkılan kurşun seslerini değil, o  kurşunları sıkan zihniyetlerin dudaklarından dökülebilen veya dökülemeyen garabet sesleri duymaya çalışın. Hiç birimiz doktor değiliz belki. Hastaları tedavi edemeyiz. Ama hastalıkları ve hastalıkları görebiliyorsak, en azından onlara mecbur kaldığımızda nasıl davranmamız gerektiğini veya uzak durmamız gerektiğini idrak edebiliriz.

Para, ün, makam, diploma hastalıklı bir birey olunmasını veya olunmamasını etkilemiyor! Bu iş biraz kişinin mayasına bağlıdır, biraz da aklını, ruhunu, kalbini ve duygularını geliştirmesine bağlıdır.

Maya bence tüm insanlarda vardır. Allah hiçbir kulunu kötü maya ile yaratmaz! Ama bu mayanın nasıl, nerede kullanıldığı takdir edersiniz ki çok önemlidir.

Eğer akıl geliştirilecekse kişi kitap okumalıdır, Eğer kişi duygularını geliştirecekse kişi doğayı okumalıdır, eğer kişi ruhunu geliştirecekse; ego, kibir, şımarıklık, korku, aşağılık duygusu, intikam duygusu gibi her ne yükü varsa gönül bagajında o yüklerin hepsinden kurtulmalıdır. Çünkü o yükler ruhu işgal ettiği için ruhun ışığını kapatmaktadır ve ruh o yüklerden dolayı zifiri karanlıkta kalmaktadır. Yüklerinden kurtulan insan kahkahalarla gülmez ama öyle bir gülümser ki, hem karşısındakileri, hem de dünyayı ısıtır ve neşeye boğar. Yüklerinden arınmış insan acılarına, hüzünlerine, kayıplarına ağlamaz, bir veya iki damla göz yaşını sessizce döker ama bu iki damla yaş sanki cehennem alevlerini söndürür.

Eskiler, büyüklerimiz;  kovalak, sonradan görme, görgüsüz, kalender, alçak gönüllü, mütevazi  gibi ifadelerle çok bilgiyi  gönül tarlalarımıza tohum olarak ektiler ama bir çoğumuzun tohumlarını tarla sıçanları , solucanlar, kargalar yedi. Bir çoğumuzun tohumları da toprağın yedi kat diplerine gömüldü, çürüdü gitti.

Şu 3 günlük dünyada evladımızı evlendirirken veya çocuğumuz olmuşsa biraz şamata yapmayacak mıyız? Sordum kendime ve cevap verdim kendime; Hayır! Bu kadar polis, bu kadar asker, bu kadar savcı , bu kadar yargıç;  normal vatandaşlar huzur, sevgi, dostluk içinde yaşasın diye kendilerini basit birer maaş karşılığında heba ediyorlarsa, kimisi canlarını tereddüt etmeden veriyorlarsa hayır! Eskiden bir sokaktan, bir mahalleden cenaze çıkmışsa, o mahallenin sakinleri, radyolarının seslerini sokaktan duyulacak şekilde açmazlardı ve sokaklarda gürültü ile kahkaha atmazlardı. Eskiden ölüye, diriye, hastaya, ustaya bir saygı vardı. Şimdi sadece; öncelikle paraya, sonra şöhrete, sonra yüksekliğine göre makama, reytinglere, tirajlara, twitter maillerini  takip eden insan mevcudunun çokluğuna saygı var. Haberlerin icrasını bile bugünkü tabelamız diyerek, kendilerine atılacak twitter mesajlarının konusunu bile belirleyerek veriyorlar.

Kısacası dünya doğru yöne gitmiyor. İnsanlarda bu dünya denilen geminin içinde nereye giderse gitsin fark etmiyor. Çünkü dünya gemimiz, Titanic ( İngilizlere kibarlık yaptım ve Titanik yazmadım)  gemisi gibi buzullara doğru gidiyor. Kaptan sarhoş, yolcular şımarık ve küstah, rota yok, pusula bozuk, radar sönmüş, makineler stop! Böbürlenme padişahım senden büyük Allah var demek istiyorum tüm yolculara ama yolcular  ellerindeki şampanya kadehleri ile arsızca kahkahalar atıyorlar! Yahya Kemal Beyatlı’nın sessiz gemisine sessizce binene kadar sükut, sabır içinde kalacağız. Başka çare yok ve hiçbir cenaze töreni de istemem Allah aşkına! Çünkü törene de bu batan geminin malları, şımarık ve küstah canları gelecek nasıl olsa. Önce vah vah, tuh tuh, yazık oldu ulan falan diyecekler , sonra da Kakara, kikiri, utanmadan ‘’ tatlı yiyelim tatlı konuşalım ‘’diyerek helva isteyen bile olacak! Ama niye utansın ki, helva da bir cenaze geleneği değil mi? Helva isteyenler bir derece de; özel veya resmi  helikopterle laf olsun diye, gövde gösterisi olsun diye düğünlere taşınanlar sakın yaklaşmasın cansız bedenime! Her neyse anasını sattığımın havai fişeklerinden, havaya sayılan kurşunlardan lafı açtık ve nerelere geldik. Kusuruma bakmayın ey bakmasını, görmesini, duymasını bilen arkadaşlar! Berbat bir paylaşımsa bu yazıyı da görmezden, duymazdan gelin, olsun bitsin.

Bu arada; beni soran olursa, beş yıldızlı değil, yıldızsız mekanlardayım. Makam arabalarım, şatolarım, saraylarım, özel ve resmi korumalarım yok. Daha doğrusu özel ve resmi hiçbir şeyim yok. Üryan geldim bu yalan, bu kahpe  aleme, üryan gidiyorum. Hiç kimse beni beş yıldızlı düğünlere nikah şahidi olarak ve beş yıldızlı cenazelere cemaat olarak çağırmasın. Gökyüzündeki yıldızlardan başka yıldız istemem  ayak ucuma bakan gözlerimi biraz yukarı kaldırdığımda. Gördüklerimi, duyduklarımı, anladıklarımı da yazıyorum işte. Ama dost ve varsa (inşallah yoktur) düşman alışverişte görsün diye değil bu yazdıklarım! Gönlüm çok aç ve gönlüm siroz, gönlüm diyabet ve  gönlüm hep acıkıyor, yine de gönül  yemekleri pişiriyorum beceriksiz aşçılığımla ve birlikte kaşıklayalım istiyorum.

Kaşıklayacak olanların;  Mustafa Kemal Atatürk’ün ve yanındaki isimsiz kahramanların;  vatan, millet, devlet kavramlarını bahane ederek şahsi ikbal, şahsi menfaatler   peşinde koşan , egolarını cilalamak isteyen, kibrini okşayan bir adam olmadığını ve böyle şahıslardan da hesabını sorduklarını  bilen insanlar olduğunu biliyorum. İşte böyle değerli insanlar için yazıyorum.

Not; Yazılarım gönül yemekleridir. Bazen çok tuzlu, tatsız, ekşi  veya acı olabilir.  Değerli okurumuzun daha güzel yemek tarifleri beni sevindirir ve geliştirir.