Fransa, İngiltere ve hatta Kuzey Avrupa ülkeleri müzelerinde bile nasıl bu kadar çok Antik Mısır’a dair eser olabiliyor diye düşünürseniz içinden dönemin Galler Prensi’nin de geçtiği bir surette anlatmak isterim. Antik Mısır’a, görkemine, oluşturduğu medeniyete, fen ve matematikteki başarılarına ilgi duyan ve eserleri yerinde görmek isteyen Avrupalılar…

Türkiye Mısır eseri ve özellikle de mumya envanteri en zayıf ülkedir. Biz Türkiye’de bunu pek bilmeyiz ama özellikle binseküzyüzlü yıllar ‘Mısır Çılgınlığı’ yıllarıdır. Bu Mısır Çılgınlığı kraliyet mensuplarını ve taht varisi prensleri de etkilemiştir.

1 Nisan 1862 perşembe günü daha sonra İngiltere tahtına geçip 7. Edward olan Galler Prensi Edward ve nişanlısı Danimarka Prensesi Mısır gezisi sonrası deniz yoluyla İstanbul’a gelirler. Çanakkale önlerinde top atışı ile karşılanan majesteleri güneşli ama soğuk bir gün Haliç’e varırlar.

Bu gezi prens için eğitim turudur, Cambridge ve Oxford gibi okullarda okuyan aristokrat ailelerden gelen gençlerin zaten doğuya tura çıkması alışıldık ve beklenen bir şeydir. Bu turda prensin Mısır Medeniyeti’ne olan özel ilgisi ön plana çıksa da Kraliçe Victoria kocasının yasını tutmaya devam ettiği için oğlunu göndermiştir. Mısır ziyareti sonrası geri dönerken Mısır’ı elinden aldığı eski sahibine, İstanbul’a, uğramamak olmazdı.

Prens bu turda günlük tutmuştur ancak gezisine davet edilen The Times yazarlarından William Howard Russell da kendisine eşlik ederek deneyimlerini kaleme almıştır.

Tutulan notlarda Mısır ve ardından gerçekleştirilen İstanbul seferleri karşılaştırılır ve İstanbul’un Kahire’nin yanında sönük kaldığı, daha az medeni göründüğünü belirtmiştir. Kahire’nin çarşılarında kadınlar medeni bir şekilde dolaşırken İstanbul’da bunu ancak Pera’da görebilirsiniz. Ama Pera’nın çehresi zaten Avrupalılar tarafından farklılaştırılmıştır.

Ayrıca, Mısır ve Türkiye’de teknik bir iş gerektiğinde Avrupalı mühendisler ve teknisyenlerin işin başında olduklarını yazar. Kahire’de bir Hristiyan İstanbul’dakine nazaran daha kolay devlet kademelerinde mühim bir yer işgal edebilir. Kişiler işe alınırken mensup oldukları din hiç mevzu bahis olmaz. O sebeple Mısır bürokrasisi çok kozmopolittir. Osmanlı idaresine girmek ve yükselebilmek için ise din değiştirmek ve Türkçe isim almak gerekir. Osmanlı’nın bazı paşalarının Avrupa ve dolayısıyla Hristiyan kökenleri hatırlanınca bu durum anlaşılır geliyor kulağa.

İstanbul’un soğuk ve bulutlu havası da prens hazretleri için bir sürpriz olmuştur ki Kahire güneşinin yüzünü göstermekte oldukça cömert davrandığı yazar.

Kahire’deki tüm bu farklılıklar elbette ki Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından gerçekleştirilen bir takım reform hareketinin sonucudur. Halbuki bize tarih derslerinde onun bir isyankar ve hain olduğu öğretilmemiş miydi?

Yazar, Müslüman Türklerin eşlerini alarak bir yere gitmediğini ve Sultan’ın bile bu uygulamayı kıramadığını da belirtir. Halkın sessizce kendilerini seyrettiklerini, fesin çirkinliğini anlatır ve sarık takanları fanatik olarak nitelendirir. Sarayda Sultan’ın hizmetinde abartı sayıda hizmetkarın olduğunu, Fransızca ve İtalyanca bildiklerini yazarak mutfak becerileri konusunda çok iyi olduklarını ve şaraplarının da eski ve enfes olduğunu ekler.

Nusretiye Kasrı prens ve prensese tahsis edilir. Yazar, dairelerinin muhteşem süslemelerinden bahsederek odalarda nargile, kahve, şarap, şerbet ve portakal suyu gibi çeşitli içeceklerin her an bulunduğunu yazar.

Kadınların başlarına örttükleri örtünün yaşmak olduğunu ve ‘bu güzel işlemeli örtü acaba bir gün Fransız modasının önemli bir parçası haline gelir mi? Yaşmağın bütün güzelliğine rağmen bir kadının tüm sosyal hayatını uygarlıktan kısıtlayan dini etkenler ve gelenekler mevcuttur’ diye de sorar ve ekler.

Tabi karşılıklı resmi ziyaretler yapılır. Dolmabahçe Sarayı’nda iki ülke onuruna yemek verilir. Bu, Hristiyan bir ülke temsilcisi ve kraliyet mensubu şerefine verilen ilk ziyafettir. Ayrıca, sadrazam dışında meclis üyesi bakanlar sultanın huzurunda ilk kez oturmuşlardır. Elbette Sultan ayrıca İngiliz Büyükelçiliği’nde verilen balo gecesine de teşrif eder ama gecikir. Daha sonra kendi ülkesinde yapılan ve kendisinin katıldığı ilk balo gösterisi olduğunu söyler ve teşekkür eder. Ancak dil sıkıntısı nedeniyle istediği kadar sosyalleşemediğini ve çevirmenliğini yapan Ali Paşa’nın ise ona ihtiyacı olduğu zaman ortalıktan kaybolduğunu belirtir. Sultan bu baloya da tek başına katılmış, eş olarak yanına kimseyi almamıştır.

Harem kadınlarının bu kraliyet gezisindeki rolleri prensesin Harem Daire’sine gerçekleştirdiği ziyarette kadın efendinin onları ağırlaması ve beraber kahve içiminden ibarettir.

Prens ve prenses Pera’da Naum Tiyatro’sunda opera gösterisine de katılırlar. Abdullah Biraderler’in stüdyosunda fotoğraf çektirirler ve prenses o esnada rehberli Kapalı Çarşı turuna katılır. Ne enteresan! Bugün iş için gelen yabancı erkeklerin eşlerinin gezdirilmesi gibi.

Seyahatlerinin dokuzuncu günü elçiliğin yazlık ikametgahının bulunduğu Tarabya’da son bulması planlanan boğaz turu hava şartlarının el vermemesi sebebiyle gerçekleştirilemez. Fırtınanın yarattığı hayal kırıklığı saray dekorlarının muhteşemliği ile bertaraf edilir. Seyahatin onuncu günü ise vedalaşma ziyaretleri yapılır ve burada Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu tasviri detayları muhteşemdir. Büyüklük ve tavan yüksekliğine işaret ederek ‘dünyanın muhtemelen en muhteşem salonu’, ‘dünyanın arabesk usulde zevkle dekore edilmiş en güzel salonu’ der. Ne de olsa Avrupa o dönemde Oryantalizm ile kavrulmaktaydı.

William Howard Russell bu geziden sonra İngiltere’ye dünüşünde “Diary in the East During the tour of the Prince and Princess of Wales” adını verdiği eseriyle gözlemlerini kitaplaştırır. Vakti olan bir çevirmen ilgilenirse şahane olabilir. Doğu dünyasına ve özellikle Osmanlı başkentinin halini anlamak için…