Diyarbakır kuşkusuz “bugüne” geldi ama ben kente her gittiğimde hep “düne” dönerim. Cumartesi günü Tayyip Erdoğan’ın mitingini izlemek için kente gittiğimde de, yakınlarımızdan helallik alarak geldiğim Diyarbakır’ı hatırladım yine. Hava kararmadan otelimize dönmek zorunda olduğumuz, arkamıza bakmadan yürüyemediğimiz, yolda Jitemcilerin, beyaz renaultların tacizlerinden sakınmak için “kalabalıktan yürüdüğümüz” zamanları.

Çok şükür 5-6 yıldır mazide kötü birer anı o karanlık yıllar. Ülkenin Başbakanı İzmir’e nasıl gidiyorsa, olması gerektiği gibi artık buraya da öyle geliyor. 2 yıldır, Cumhuriyet tarihinin belki de en büyük toplumsal barış projesi olan Çözüm Süreci’nin kurumsallaşmasıyla birlikte de Diyarbakır’ın İstanbul’dan bir farkı kalmadı. Yılmaz Erdoğan’ın savaş yıllarını anlatan şiirindeki gibi, “bir ülkeden bir iç ülkeye” değil, gece yarılarına kadar yaşayan bir kentten “diğerine” geldiğinizi hissediyorsunuz artık Diyarbakır’a vardığınızda. Gecenin bir yarısı, kafanız eserse, sıcaktan bunalırsanız Boğaz’a iner gibi eskiden nice cana mezar olmuş Hevsel Bahçeleri’nde bir gezinti yapabilirsiniz mesela. Sanat Sokağı’nda kahvenizi içip, ara sokaklardan nostalji yaparak otelinize yürüyebilirsiniz.

Ne yazık ki bu barış ikliminin düşmanları çok. Ülkenin bir kısmında yaşayan vatandaşlar için normal olan bu havayı, bölgede yaşayan vatandaşları için âdeta lüks sayıyorlar. Kürtlerin bu hakkını, taviz karşılığında kendilerine bahşedilmiş bir lütuf diye yorumluyorlar. Bir cumhurbaşkanı adayının anadili Kürtçe olan bir kentte düzenlediği mitinginde açılan Kürtçe afiş üzerinden bölünme senaryoları yazıyorlar. Kimilerinin haysiyet ayaklanması dediği Gezi günlerinde polis müdahalesini eleştirmek için attıkları “doğudakine gül, batıdakine cop” manşetleri de hâlâ aklımızda...

Haklısınız “faşistler ne kadar da faşist” diye yakınmanın âlemi yok. Barış Sürecine desteğiyle onları tarihin çöplüğüne çoktan süpürdü bu halk. Ne var ki savaşın ceremesini çekmiş, içinde barış geçmeyen cümle kurmayanların, 90’larda kafa tuttukları mahalle baskısına barışın kurumsallaşma aşamasında teslim olmalarını anlamak mümkün değil.

Evet, Çözüm Süreci’nden bahsediyorum. İkinci yılını dolduran bu süreç, bize yalnızca gençlerimizin canını bağışlamadı. Aynı zamanda Türkiye siyasi iklimini, savaş şartlarının anormalliğinden arındırıp yumuşattı. Bakın, seçimin en güçlü adayı Erdoğan’ın iki ana seçim vaadinden biri başbakanken başlattığı Çözüm Süreci’ni tamamlamak. Demek ki barış vaadi bu ülkede oy aymak için artık geçer akçe.

Peki yıllarca siyaset kurumunun milliyetçi söylemlerini yerden yere vuran, onu “geride” kalmakla eleştiren bu ülkenin duyarlı isimleri, sanatçıları bu normalleşme ve barış sürecinin inşasında öne geçmek için ne yapıyorlar? Kocaman bir hiç! Hadi Çözüm Süreci’nin envaiçeşit vesayet odağının saldırıları altında hayata geçirildiği ilk günlerde risk almak istemediler diyelim. İyi de, sürecin meyvelerinin olgunlaşmaya başladığı desteğe en muhtaç bu dönemdeki komplekslerinin, bireysel nedenlerden kaynaklanmadığını, bu halka inandırabileceklerini mi sanıyorlar?

Tamam bireysel beka kaygısı gütmeden tavır almak her sanatçının harcı değil belki. Ama hiç olmazsa ürünlerinizi sattığınız ve sergilediğiniz mahallenin baskısıyla, barışın kök salması için çözüm söylemlerinin kollanması gereken aktörlerine bulaşmayın. Eğer illa bir fişek atacaksanız, tercihinizi barışa komplo kuran darbecilerden, milliyetçi hamaset çığlıkları atan paralellerden yana kullanın.

Tabii dediğim gibi derdiniz barışsa ve umarım bu ülkede barış kök saldığında “barıştı” demeyi düşünüyorsanız. Elbette, Muhsin Kızılkaya “hangi lidere hangi dansı verirdin” deyince Anadolu Ateşi gösterisiyle tanıdığımız Mustafa Erdoğan’ın cevabını da tekrar edebilirsiniz. Barış için ciddi bir siyasi risk alan ve saldırı altında olan Çözüm Süreci’nin mimarı Erdoğan’a “şüphesiz savaş danslarını” verebilirsiniz. Ama daha sonra çıkıp bombalandığında “bu ateş hepimizi yakar” manşetiyle çıkmış Gündem geçmişinizden falan bahsedince de birileri size “peki ya cihangir ateşi” derse, verecek cevabınız olmaz.