Tess of The d’Urbervilles (Kaybolan Masumiyet) ilk okuduğum Hardy romanıydı. Hala bunun yazarla tanışmak için iyi bir seçim olup olmadığından emin olamıyorum. Yazarın, kalemini oynatırken hangi duyusunu kullandığını ilk hikayesinde anlamayabilirsiniz. Fırsat tanırsanız belki o zaman dönüşü olmayan bir sadakatle yazara ve kalemine bağlanabilirsiniz. Er geç önyargı denen pejoratif duyguyu üzerimizden atmayı başarabilmişsek işte o zaman hikayelerin de tadını çıkarmaya başlamışız demektir.

Hardy, Viktorya Çağı ve modern dünya arasındaki geçiş döneminde yaşadı. İngiltere’nin güneybatısında müzik ve edebiyat gibi sanat dallarına derin ilgileri olan Hristiyan ebeveynleri tarafından yetiştirildi. Ancak Hardy on sekizine geldiğinde John Stuart Mill ve Frederick Temple okuyor olması, o sıralarda güçlü evanjelik yazılar yazan Hardy için çok geçmeden onu dininden ve kutsal saydığı her şeyden uzaklaştırdı. Sonunda da Hristiyanlığı reddetti.

Hardy kurgu yazmaya, 1867'de Bockhampton'a döndükten sonra karar verdi. Yayıncılar tarafından büyük ilgi gören ilk kurgusu The Poor Man and the Lady (Zavallı Adam ve Hanım) kentsel ve kırsal yaşamın partiküllerini kendi şahsi mantalitesinde harmanlayarak okura sunduğu ilk kurmacasıydı. Ancak yazar George Meredith’in tavsiyesiyle bu hikayeyi yayımlatmaktan vazgeçip onun yerine polisiye tadında yazdığı Desperate Remedies ile başarılı oldu. O dönem yazdığı her şey kitap eleştirmenleri tarafından ilgi görüyordu ancak satışlar beklediğinden daha zayıftı. Ve sonunda kendine Wessex adında hayali bir yer buldu ve hikayelerini kendi bölgesinin sınırlarında yazmaya başladı.  

1874'de Hardy, sosyal açıdan iddialı genç bir kadın olan Emma Lavinia Gifford ile evlendi. Emma zihinsel olarak hastaydı. Her an bir Crippen tarafından öldürülme sanrısı yaşıyordu. Bununla birlikte Emma, Hardy’nin pek çok hikayesine ilham kaynağı oldu. Bir anlığına Emma’nın hasta olmadığını, Hardy’nin neşe ve huzur içinde bir evlilik yaşadığını düşünelim. Acaba o zaman kangren olmuş trajik hikayeler ortaya çıkabilir miydi, Tess d’Urbenvilles aynı ilhamla kurgulanıp acılar içinde masumiyeti elinden alınabilir miydi? Bana kalırsa bu denli içtenlikle yazılmış satırlar doğamazdı. Hayatından memnun bir Hardy, şimdiki Hardy olamazdı.

Hardy, hayatının son günlerinde gerçek anlamda roman yazmak istemediğini tüm bunları ekonomik gereksinimden dolayı yaptığını söylemiş. Bunu gerçekten böyle olduğu için mi yoksa mantalitesi zayıfladığı, algılarını ve yetilerini kaybetmeye başladığı için mi söylemiş bilemiyorum. Okuduğum ve araştırdığım kadarıyla şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Hardy’nin hayatını irdelediğinizde her taşın altından çıkan tek bir gerçek vardı: Hardy hiçbir zaman bir inancı benimsememiş, hayatının her döneminde bunun eksikliğini yaşamıştı. Yazdığı hikayelerdeki cinsiyet ve sınıf ayırımcılığını, kentsel-kırsal kesim farklılıklarını, hayatın ne kadar acımasız ve kaotik olduğunu trajik bir şekilde kaleme alırken, kendi ruhunda bir türlü dengeleyemediği teraziyi, hayali karakterlerine kompanse etmiş.

Hardy, iddia ettiği gibi felsefi bir romancı olsa dahi, onun felsefesi oldukça basit ve anlaşılırdı: Dünya kayıtsız bir yer, gökler anlamsız ve değersiz. Hardy’nin bu felsefesine ekleme yapmak ister misin diye bana sorsanız şunu eklerdim: “…bu yüzden karakterlerimi kahramanlaştırmıyorum çünkü kahramanlar kendilerini tanrılara kanıtlarcasına onlarla yarışıyorlar. Benim için bu mümkün değilken, nasıl olurda karakterlerimi yüceltirim!”

Aslına bakılırsa Hardy, modası geçmişle modernizmin merak uyandırıcı bir karışımıdır. Pek çok eleştirmen, Hardy'nin, Viktorya döneminin duyarlılığı ile çağdaş dönem arasındaki köprüyü birbirine bağladığını ileri sürüyor. Buna katılmamak mümkün değil elbette.

Aslında mümkün olsa Thomas Hardy hakkında yazacak daha onlarca paragrafım var. Örneğin dünyaya ölü olarak gelen Hardy, gayretli bir hemşirenin ısrarlı çabalarıyla nefes alabilmiş. Andrew Norman, sanki göğsünde kıvrılmış bir yılanla uykudaydı, diye yazıyor kitabında. İlk eşi Emma’nın hayatındaki yeri ve ölümü, ikinci eşi Florence’ın öncesi ve sonrası ve Hardy’nin son günleri gibi onlarca paragrafı dolduracak Hardy hikayeleri var.

Hardy romanlarını okumaya başladığım sıralarda ilk Hardy biyografi kitabımı New York Madison Square’deki şimdilerde kapanmış olan büyük Borders’dan almıştım: Thomas Hardy: A Biography Revisited by Michael Millgate. Ardından Londra Foyles’ta Ralp Pite’nin kaleme aldığı The Guarded Life kitabını okuyarak Hardy hakkında ufkumu epeyce genişlettim. Ayrıca Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi isimli özel çalışmasını da ayrı bir yere koymuşumdur. Thomas Hardy’nin biyografisini merak edenler için bu üç kitabı kesinlikle tavsiye ederim.