Bir cinayet aleti olarak medya...



Şöyle diyordu tarih hakkında...
“Koşullarla bütünleşenler, koşullara göre hareket edenler, tarihin aktörleri tarafından anlatılan/anlatılagelen hikayelere inanırlar. Koşullara göre hareket edenlerin kendilerine özgü anlatılmaya değer hikayeleri yoktur. Bu nedenledir ki, var olan gerçekliğin sınırları içerisinde varoluş imkanı arayanlar, hayati konular, hayati sorunlar, hayati bağımlılıklar etrafında büyük sessizliği seçerler, sessizliği sese dönüştüremezler.”

Bugün Türkiye ve Ortadoğu merkezli, hatta Çin, Brezilya, Rusya'yı da hedef alan kavganın savaş alanı gerçeğin nasıl oluşturulduğu ve tarihin nasıl yazıldığıdır. Mücadele bu kritik alanda dönmekte ve tarih bu mücadelenin sonucunda oluşturulmaktadır.
Kutsal Kitapların da dediği gibi, “Başlangıçta Söz vardır” ve somut, bu söz üzerine inşa edilir. Modernite, (A)klı Allah'ın yerine koyarken, yaratma işine Söz'ü ele geçirerek başlıyor. Yani kural aynı, önce söz, sonra eylem geliyor.

Yaratılan koşullar yaratılan söylemde meşrulaşır ve doğumu gerçekleşir. Tarihin herhangi bir kesitinde tarihi kimin yazdığını hegemon aktörü işaret eder. Ancak mücadele sıcakken neyin önce geldiğini anlamak oldukça zordur, çünkü insan onun içine doğmuştur. Net yargılarda bulunmak için biraz zaman geçmesini bekleme mecburiyeti vardır.

Tabii ki insanlar yaşadıklarını kendi algıları ve anlayışları kadar anlatırlar, tarih de böylelikle dağınık ama kollektif bir yazım ile kayda geçer. Ancak Batılı seyyahların Doğu'ya gidip, dönüp, sonra oraları anlatmaları temelinde oluşan kolonyal edebiyatın ortaya çıkışı ile tarih yazımının önemli bir işlevi olduğu keşfedilmişti.

Söz artık politika yapıyordu veya politikalar söz ile meşrulaşıyordu. Buna ihtiyaç hissedilmesinin nedeni gelişen iletişim aygıtları, küreselleşmenin hızlanması ve Batı'nın demokrasi iddiasıydı. Doğu'yu paldır küldür kolonileştirmek ve soymak demokrasi değerleri ile çelişirdi. Bu eylemin bir yandan estetize edilmesi, bir yandan da meşrulaştırılması gerekirdi. Kaldı ki, Batı kötücül bir bütün değildir. Bu eylemlere itiraz edenler, edecek olanların da susturulması gerekir. Batı'yı anlamak, bir iktidar biçimini deşifre etmek, tüm Batılıları kategorize etme kolaycılığına düşmemelidir.

Batı çok kısa zamanda, reddedilmeyecek mucizevi icatlar, bilimsel ve askeri ezici başarılarla dünyanın her yerine yayıldı, kendi siyaset, kültür ve yaşam biçimini otantik kültürlere dayattı. Dünya özgünlüğünü yitirdikçe donuklaşıyor, donuklaştıkça da fethedilen ülkeler Batı kültür ve yaşam biçimlerini içselleştiriyordu. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Mısır'a, Jön Türkler ve devamında Mustafa Kemal'in Türkiye'ye yaptığı buydu.

Tüm bu yayılma hareketinde, Batı'nın cazip başarılarının etkisi ve askeri üstünlük kadar, söylem üstünlüğünün bir iktidar kurma teknolojisi olarak kullanılması kritik önemdeydi ve işte bu yeniydi.

Konu sadece işlenen suçları aklamak değildir; aynı zamanda fethedilen kültürleri de kendileri için en iyisinin bu olduğuna ikna ederken, geçmişleri ile bağları koparmak, bugünü ve geleceği Batılı tarzda ama yerliymiş gibi benimsetmektir.
Bu olduğunda, Müftüoğlu'nun altını çizdiği gibi, yerel kimlik Batılı tarzda yeniden inşa edilirken, yerli olanın bütünlüklü tarih bilincinden artık bahsedilemez. Sorudan da öte soru sormanın kendisi dahi unutulur hale gelir.

Peki söylemin yakalayacağı saf bir hakikat yok mudur? Yani Hakikat güçlü olanın silahı olmaya mı mahkum edilmiştir? Ya da, sınırlı algılarımızla hakikatin bir kısmını, o da büyük bir çaba sonucu göreli şekilde ediniyorsak, bu yapbozu nasıl tamamlayıp o bütünlüklü, saflığından sual olunmaz Hakikat'e ulaşıp da dünyayı cennet haline getireceğiz?

Bu yanlış sorulmuş bir sorudur ve cevabı da felaketlere yol açabilir. Çünkü nihai çözüm hedefleyen her çaba faşizm doğurur. Batı da cehennem değil, cennet yaratmak iddiasıyla yola çıkıp sonra kendisini Auschwitz'de buldu.

Belki de, her zaman büyük eksikleri olacağını baştan kabul ederek, gerçekliği mümkün olan en çok katılımlı tartışmayla elde etme sürecini esas almak gerekir ki, buna demokratlık diyoruz. Dikkat edilirse, burada sonuca değil, sürece vurgu yapılıyor. Müzakere sürecini en çok katılımla sürdürmek ve bu kırılgan imkanın üzerine titremek daha yumuşak, geçirgen ve mütevazı bir hakikatin yolunu açabilir.

Mouffe ve merhum eşi Laclau, Radikal Demokrasi tezleriyle, tüm çatışmalar, hak mücadeleleri, toplumsal karşılaşmaların siyasi ve şiddet içermeyen bir alana çekilmesinin yollarını araştırıyorlar. Onlar da demokrasinin çok naif ve kırılgan bir değer olduğunu kabul ediyorlar. O yüzden demokratik kültürü oluştururken, onu aynı anda korumak gerekiyor. Bu durum, çift kanaldan ilerlemesi gereken bir çabayı ima ediyor.

Şimdi, soru şu, söylem üstünlüğü ve hakikat yaratma çabasını, sivil siyaset alanındaki meşru mücadele biçimlerinden birisi olarak kabul edecek miyiz?

Irak'ın kimyasal silah iddiasıyla işgali sonrası milyonlarca insan ölüyorsa, medya üstünlüğü ile Gazze sahilinde istediğiniz kadar çocuk öldürebiliyorsanız, manşetlerinizden “Vay şerefsiz” diye suikast yapıyorsanız hayır.. sözlerini kesip biçerek rakiplerinize şiddet uygulamak demokratik bir mücadele değildir, sembolik suikasttır.
Sadece çok eski bir kirli kavganın yeni araçlarla devam etmesidir.

Dipnot: Hürriyet'ten Ahmet Hakan köşesinde ikidir şahsıma bu tekniği uyguluyor. Bizlerin şanssızlığı Batı'nın kötü bir kopyası olarak kalemşorlarımızın de pespaye olması.

(Yeni Şafak'tan)