Çin, yakın bir gelecekte ABD’yi geçerek global liderlik tahtına oturabilecek mi ? Bu, günümüzde uluslararası ilişkilerin en kritik sorusudur. Bazıları buna evet derken, bazı gözlemciler ise, bunun henüz belirsiz olduğunu, çünkü geçmişte de ABD’ye birçok rakip çıktığını ancak bunların rekabete devam edemeyerek geride kaldığını belirtmektedir. Bu gözlemcilere göre Çinin son yıllarda büyüme hızındaki düşüşün, onun da rekabetini zorlaştırabileceğini ve geride kalmasına neden olabileceğini ifade etmektedirler.  Bunun için, sayısız ekonomik, siyasi, sosyal veya tarihi nedenler ortaya konmaktadır. Acaba durum gerçekten bu mu?

SOVYETLER’LE REKABET

1980 lerde, ABD ekonomisinin artan sorunlarla karşılaşması ve Sovyetler’in güçlenmesi, ABD’yi sarsmıştı. Batı’da ve özellikle ABD’de artan Sovyet gücü dolayısıyla alarm zilleri çalmış ve çeşitli düşünce kuruluşları bu konuda çok çalışmalar yapmış ve derinliğine konuyu tartışmışlardı. Artık yükselen güç,  lideri yakalayıp geçmeye yaklaşmış mıydı? 

Sovyetler dev kaynaklara sahipti ancak merkezi planlamaya dayalı ekonomik sisteme sahipti. Tarım toplumundan sanayileşmeye geçişte merkezi planlama başarılı olmuş ancak iş yüksek teknolojiye  gelince tıkanma yaşanmıştı.Onbinlerce ürünün fiyatını piyasa olmadan belirleme, yıldan yıla yapılan planlamayla her gün değişen teknolojik gelişmeye ayak uydurma mümkün değildi. Sınıfsız toplum yerine “Yeni bürokratik sınıf” ortaya çıkmış ve aslında en imtiyazlı sınıf olmuş ve Batıdaki kapitalist sınıflardan daha fazla avantaj elde etmişlerdi. Ancak Dünya bu derece tıkanma yaşandığını bilmiyor ve Sovyetlerin gelişmesini ve büyümesini görüyordu. ABD Sovyetlerin stratejik nükleer silahlarda Batıyı yakalamasını, zırhlı birliklerdeki üstünlüğünü, Coğrafik olarak Avrupaya yakınlığı dolayısı ile askeri avantajlarını görüyor ve endişeye kapılıyordu. Konu Sovyetlerin Güçlenmesiydi.

Ancak 1980 lerde tam bunlar konuşulurken hiç beklenmedik şekilde dev Sovyet İmparatorluğu, adeta yavaşlatılmış film gibi, adım adım dünyayı hayrete ve bazen de dehşete düşürecek şekilde çökmeye başladı. Sonunda, birbiri arkasına gelen şoklarla, global liderliğe oynayan bir güç, içe doğru çökerek dağıldı. Sovyetlerin ideolojik müttefikleri bile on yıllarca bu şoku üzerlerinden atamadı. İlk çöküşün şoklarının etkileri azalınca bu defa Batıda Amerikan sistemine güven tekrar yükselmiş ve hatta zirve yapmıştı. Fukuyama, “Liberal demokrasi insanlığın varabileceği son noktadır “ diyerek bunu özetlemişti.

JAPONYA’NIN YÜKSELMESİ

Ancak 1980lerde hızla yükselen Japonya, 1990larda ABD tarafından ciddi bir rakip olarak görülmeye başlandı. ABD’de bu defa “acaba Japonya global liderliği ele geçirecek mi?“ tartışmaları yoğunlaşmıştı. Japonya güçlendikçe ABD’den reaksiyon da artmaya başladı. “Nasıl olur da iki atom bombasıyla mahvettiğimiz ve bizim yardımlarımızla toparlanan bir ülke, bize kafa tutmaya başlamıştı” denmekteydi. Önceleri yeni düşman ideolojik olarak İslam dünyası gösterildiyse de, ekonomik rekabet Japonya ile sürüyordu. Dünün dostu, fazla güçlenince adeta şeytanlaştırılmaya başlanmıştı.  Japonya’nın ABD’de yaptığı yatırımlar mercek altına alınmış ve bunların “ABD’yi satın aldığı” ve buna karşı çıkılması iddiaları siyaseten destek bulmaya başlamıştı. ABD siyasetinde “Japon dövmek” terimi literatüre girmişti ve popülaritesinin bir ara Amerikan beysbolunu bile geride bıraktığı söyleniyordu... 

Öte yandan, buna karşı görüşlere göre, Japonya’nın yükselmesi; ABD’nin onunla ortak yeni bir global liderlik oluşturmasını gerektiriyordu. Nasıl olsa dünyanın nimetlerini en fazla paylaşan iki ülke olmak üzereydiler. Ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski tarafından geliştirilen bu ortaklık düşüncesi “Ameri-Nipponica” adıyla tartışılmıştı. Ancak Japonya’nın bir süre sonra büyüme hızı düşünce, bu ortaklık düşüncesi de terkedilmeye başlandı. Teknik ifadeyle Japon ekonomisindeki “köpük” patlamış ve ülke iç ekonomik sorunlarla ve büyüme sorunuyla karşı karşıya kalmış ve yarışa devam edememişti.

ÇİN’İN ARTAN GÜCÜ VE ABD

Peki şimdi Çin’le durum nedir? Çin de, 30 yıldan fazla iki haneli bir büyüme hızı yakalamış ve çok etkileyici bir ekonomik gelişme göstermiştir. Şimdiden bazı alanlarda Çin ekonomisinin, ABD ekonomisini yakalamaya başladığı görülüyor. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası verilerine göre, satın alma paritesi baz alındığında, Çin ekonomisi ABD ekonomisini geçmiştir.

Bazı gözlemciler, Çin’in son zamanlarda büyüme hızı % 12-13 lerden % 7 lere düşmesi nedeniyle onun da bu yarışa devam edemeyeceğini ve ABD’yi yakalayamayacağını ifade etmektedirler. Bundan hareketle ABD, Pekin’e daha fazla global rol vermemelidir.  

Bir başka grup ise, Çin’in büyüme hızının tekrar yükseleceğini veya bu hızın da (%7) oldukça yüksek olduğunu ve ABD’nin eninde sonunda, onu da global liderliğe ortak yapması gerekeceğini ifade etmektedirler. Eğer barışçıl şekilde güç kaymasına fırsat verilmezse bu eninde sonunda Çin’le ciddi bir askeri çatışmayı getirecek denmektedir.

Acaba gerçek durum nedir? Çin, global liderlik yarışına devam edebilecek mi yoksa yavaşlayıp Sovyetler ve Japonya gibi yarıştan çekilecek mi? Veya şimdiki yükselmesi bir süre sonra yavaşlayacak ve ABD’yi geçmek, başka bir bahara mı kalacaktır?

Her şeyden önce hiçbir doğal kaynağı olmayan, ABD askeri koruması altında yaşayan 120 milyonluk Japonya’nın ortaya koyduğu meydan okuma başka bir şeydi. Ancak nükleer güce sahip, her biri bir milyar dört yüz milyondan fazla nüfusa, zengin doğal kaynaklara sahip, dünyaya açılan Çin ve Hindistan’ın ortaya koyduğu meydan okuma çok başka bir şeydir. Özellikle büyük bir hızla yükselen Çin, sadece ekonomik değil askeri olarak da yükselmektedir.

ABD’de birçok araştırmacı, Çin’in kişi başına milli gelirinin hala çok düşük olduğunu ve bu yüzden Çin’in rekabetinin pek ciddi olmadığını ifade eder. Ancak büyüme hızının ülkenin artan gücüne etkisi doğru değerlendirilmelidir. Japonya’nın nüfusu ABD’nin yarısı kadardır ve bu ülkenin ABD’yi geçmesi için kişi başına milli geliri ABD’nin iki katına çıkmalıdır. Ancak Çin’in nüfusu ABD’nin nüfusunu defalarca katlar ve bu ülkenin ABD’yi geçmesi için kişi başına milli geliri ona göre çok daha alt düzeylerde olsa bile bunu başarabilir. Örneğin Çin, halen %6-7lik oranda büyüyor, ABD ise % 2 lik hızla büyüyor. Aradaki fark bu bile kalsa, 20 yılda Çin, kişi başına düşen milli gelire bakılmaksızın,  ABD ekonomisinin iki katına ulaşır. Bu, gözden kaçırılamayacak bir gerçektir.

Bugün artık Çin’le ABD ekonomileri arasındaki interdependens (karşılıklı bağımlılık) da inanılmaz boyutlardadır ve bu iki devin birbirlerine karşı davranışları tüm dünyayı etkileyecektir. ABD’de birçok şirket, hammaddeyi, üretimi çok daha ucuz yapabilen Çin’e yollamakta ve burada üretim yapıldıktan sonra bunu geri ABD’ye ithal etmektedirler. Bu ithal sayılmaktadır. Bunun boyutları şimdi çok büyümüştür. 2016’da ABD’nin Çin’le ticaret açığı 347 milyar dolardı. Öte yandan ABD’nin dış borcu 14 trilyon dolardır ki bu, onun yurt içi milli hasılasının % 90’ı gibi inanılmaz bir boyuttadır. Çin, bu borcun 1.2 trilyonuna sahiptir. Yani ABD nin Çinle açık bir ticaret savaşına girmesi veya ona ambargo uygulaması gittikçe zorlaşmaktadır.

İki ülkenin ihracattaki gücü yakın görünmesine rağmen arada ciddi bir fark vardır. ABD büyük bir Dış ticaret açığı vermekte, Çin ise Dış ticaret fazlası vermektedir yani, ihracatı ithalatından önemli ölçüde daha fazladır.

ÇİN MODELİ, DÜNYADA DEMOKRASİYE ALTERNATİF OLABİLİR

Batı’da birçok uzman, Çin’in rekabetinin sadece ekonomik değil ama aynı zamanda askeri ve ideolojik olduğuna da inanmaktadır. Çin’in Batı tarafından uluslararası ticaret sistemine dahil edilmesi ve büyük çapta ticaret yaparak önünün açılması Çin’in olduğu kadar Batı’nın da kararı idi. Batı’da birçok kişiye göre, eğer Çin, uluslararası ekonomik ticari sisteme alınırsa, sisteme entegre olacak ve eninde sonunda Batı’ya benzeyecek ve liberal demokratik sistemin içine girecektir.

Peki şimdi neler oluyor? Batı, kendinin kurduğu ve üstünlüğünü devam ettiren liberal-demokrasi sisteminin, demokrasi ayağını muhafaza ederken, liberal kısmını reddetmeye başlamış, Çin ise, bunun demokrasi kısmını reddederek liberal kısmına sahip çıkmaya yönelmiştir.

Anti-globalleşme dalgaları, birçok Batı ülkesinde büyük güç kazanmış ve Trump’ın gelmesiyle, bu, zirveye çıkmıştır. Trump’ın hedefinde, Birleşmiş Milletler’e yapılan ABD katkısı, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı (NAFTA), transatlantik ticaret anlaşmaları, liberal demokratik sistem, NATO ittifakı, Japonya ve Güney Kore ilişkileri, ABD’ye göç ve benzeri çok nokta vardır. “Önce Amerika” diyerek, adeta “beni takip edin bu sistemi yıkalım” der gibidir.

Öte yandan Çin ekonomisi; ciddi şekilde büyümesine ve ülkenin gelişmesine rağmen hala otoriter bir yönetim altındadır ve bunun değişmesi pek mümkün görünmemektedir. Hatta eğer bu devam eder ve Çin zirveye doğru yolculuğuna devam ederse; Çin’in otoriter sistemi, Batı dışı birçok ülke için çok çekici hale gelecektir. Bu ülkeler Batı’nın demokrasisini değil, Çin’in otoriter ancak ekonomik açıdan başarılı sistemini örnek alacaktır. Bu da, Huntington’un bahsettiği dünyadaki “üçüncü dalga” demokratikleşmeyi tersine çevirebilecek bir gelişme olacaktır ki, Batı bundan ciddi şekilde endişelenmektedir.

İnanılması güçtür ancak Ocak 2017 Davos Dünya Ekonomi Forumu’nda globalleşmeyi, ABD veya bir Avrupa lideri değil de, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping savunmak durumunda kalmıştır.

SONUÇ

Çin, liberal sistemi devam ettirse de, dünyada Batı ülkelerinin etkisinin azalacağı yeni bir güç yapılanmasına doğru gideceğiz. Görünen o ki Çin’in yükselmesi, Sovyetler ve Japonya’nın ABD ye karşı rekabetine pek benzemiyor. Ekonomik büyümesi biraz düşse de bu ABD ekonomik büyüme hızının en az üç katıdır. Devasa boyuttaki bir ülkenin, devasa doğal kaynaklarının ve çok büyük insan kaynağının modern teknoloji ve ekonomi ile buluşmasının yarattığı inanılmaz bir dinamizm ile karşı karşıyayız. Kişi başına düşen milli gelirde ABD nin gerisinde kalsa bile  Çin yüksek nüfusu dolayısı ile büyük avantaja sahiptir. Zaten ekonomik birçok verilerde ABD yi yakalamış görünüyor. Önümüzdeki yıllar bu rekabetin çok daha fazla kızışacağını ve tartışılacağını göreceğz. Bu rekabette bir başka unsur Çin modelinin Dünyada demokrasiye alternatif çekici bir model olarak ortaya çıkma olasılığıdır.