Elif’im

Elif’imin çığlığı mı yoksa sükûneti mi yüreğimi tırmalıyordu, bilemedim! Oturduğum sandalyede kalmış, en son yazdığı yazısını okumuştum. İçimden bir ses, “Bu son yazısı olmayacak ki, daha nicelerini göreceksin Eylem.” diyordu. Son olmamalıydı da! Ben evladımı zor bulmuştum. Kaybedemezdim... Hem sonra Aslı’ya ne derdim? Onu arkadaşsız nasıl bırakırdım, nasıl? Tombul ve minik parmaklarım sayfaların arasından kaydı ve kendini 5 Mart’ta buldu. Elif’in 5 Mart’ında... “Çok heyecanlıyım.” diyordu Elif. Elif’im heyecanlanmıştı...

“Hey gece kuşum, selam sana!” diye başlıyordu günlüğü. Ve sonrası...

Bak yine ben geldim... Beraberiz! Günün sır gibi endamıyla kayboluşunu, içindekilerle bir bir anlatacağım sana... Babam, arkadaşı Metin ağabey ile uzunca konuştu bugün. Hem de tam iki saat! Sanat dersim için, pizza kutusu dizaynı etmem gerekiyordu. Biliyorsun, önce çizim planımı deftere yazmalıydım. Sonra da kartona geçmeden önce, A4 kağıtlarıyla denemeliydim. Denedim de... Birden, Emre dayımın Rochfort’taki pizza dükkanı aklıma geldi. Pizza kutusunu canlandırdım gözümde. O kutunun dış yüzeyinde;yani göz ile temas edilen ilk kenarında 'Düz, dik ve kapalı tutun' yazısı; üzerinde ise ‘çevreci, yeşilaycı, sağlıkçı ve geri dönüşüm’ amblemleri vardı. Tabiki İngilizce yazıyordu hepsi. Hatta içinde bir de sos koymak için köşeler iyi ayarlanmıştı. Düşündüm de en üstüne “Afiyet olsun.” deyip, isim için noktalarla (.....) yer bırakmalıydım. Belki de kimileri “Afiyet olsun aşkım.” yazdıracaktı, kimileri de “Papatyalarım.” Örneğin Aslı ve benim için, bize pizzayı getiren hep babamdı... Papatyaları seven de bizdik... Babam ‘papatyalarım’ yazdırabilirdi bizim için. Ne hoş olurdu değil mi? Ey benim güzel günlüğüm, eminim ki yarın öğretmenim beğenecek bu ödevimi... cidden bak görürsün... Ayyyyyy! Ama canım çok pizza istedi şimdi. Offf! Geç oldu geç! Lakin babam, bugün Metin ağabey ile çok mutlu konuştu.

Oturma odasının kapısı açıktı. İstemeden duydum. Özellikle dinlemedim yani... Biliyorsun dinlemem... Annemin gelmesine de epey vardı. Çünkü babacığım bugün erken gelmişti hastaneden. Telefonda Sudenaz’ı konuştular. Sudenaz’ın yeşil gözleri ve çift gamzesi var. Hatta hafif kumral olmasına rağmen simsiyah da saçları var. Neredeyse Metin ağabey ile aynı boydalar; sanırım 180cm civarında. Metin ağabey, Sudenaz’ın annesine çok benzediğini söyler durur zaten. Annesini henüz tanımadık. Gerçi Sudenaz ile babasını da hep yazlıkta, tatil zamanı görürdük. Babam, telefonda “Artık gelin. Sevdanı saklayamazsın, söylemelisin.” diyordu. Ama kime? Kime sevdalıydı da, sevdalandığı hanım bilmiyordu? Sonra birden yükselen sesiyle kahkahayı bastı. “Cidden aradın mı?” diyordu. Öyle mutluydu ki anlatamam. Sanki babam evleniyordu! Hatta oturma odasının kapısı, babamın yankılanan sesiyle sallandı gibi. Gıcırtısını duydum!... “Bekliyoruz.” dedi ve yine sevinçli bir ses tonuyla konuşmasını sonlandırdı. Yani ilk defa Sudenaz bize gelecekti; Metin ağabey de... Bu demekti ki, eğer tatil zamanı gelirlerse, Antalya’ya gidemeyecektik.

Bu arada canım günlüğüm, babam eski bir hastasının eşinden de bahsetti. Resmi nikahı yapmadan düğünün ertesi günü kaçmış bu adam. Yıllar sonra, sahiplenmediği kadını aklına gelmiş de onu arıyormuş işte... Kimbilir ne peşindeydi? Sen kadına umut ver, düğün yap, sev; sonra kaybol. Sonra, unutulmuş eşya gibi aramaya çık. Olacak iş değil! Bir kadının gururu ile oynanmaz... Hayallerine kelepçe vurulmaz... İncitilemez kadın, incitilemez... Nasıl yaratıklar bunlar, bilmiyorum... Babam, bize hep der: “Eğer siz mutlu olduğunuzda, karşınızdaki de mutlu ise, ‘o mutluluk’ gerçek mutluluktur. Aksine mutluluğun tek taraflısı olmaz. Sadece gönlünüzü aldatmış olursunuz.” Yani ben mutluluğu tanımadan önce betimlemesini almıştım babamdam... Demek ki, bu adam mutluluk nedir bilmiyordu ya da görmemişti. Görmemişti belki de niye kaçmış, niye nikah yapmış, hatta niye evlat vermişti ki?... İnsan yıllar sonra ne diye hatırlamak ister? Öğrenmiş mi ki trafik kazasında öldüğünü, melek olan güzel kadını... Eminim güzeldir, ki tüm kadınlar güzeldir, ailemizde bunu çok iyi öğrendik biz... Gelelim melek olan kadına, babamın eski hastasına... Gerçi hasta değil de, hamile anne adayıydı desem daha doğru olacak gibi sanki... Hani o kadın ölmeden önce, onu makinaya bağlı bırakıp da karnındaki bebeği doğurtan ve kurtaran babamı, bir an telefonda konuşurken, sanki huzursuz hissettim. Bunları konuştu Metin ağabey ile. Ama konuşmaların hepsini duymadım açıkçası. Bir erkeğin kadın doğum uzmanı olması cesaret ister. Özellikle Türk kültüründe... İsim vermeden konuştu, etik değildi biliyorum. Özellikle mesleki gizlilik gerektiren bilgileri hiç duymamıştık babamdan. İşine sadık bir doktordu. Metin ağabey belki de tanıyordu bu bayanı... Bilemedim doğrusu... Bir gariplik vardı sanki! Aslında, babam da annem gibi güçlü bir kişiliğe sahip. Nedense bu huzursuzluğunu hiç anlayamadım. Babam gün itibariyle, hem çok mutlu oldu, hem bir o kadar da üzüldü bence... Belki anneme söyler! Söyler mi ki dersin?

Bu gün Leyla teyze bana elbise dikmek istediğini söyledi. Sevindim! Annem gelince söylemeli, hatta izin istemeliydim. Onu incitmeden! Belki de kumaş seçimini onlara bırakmalıydım... Unutmadan, ben dün Leyla teyzedeyken ona bir telefon gelmişti. Ayak üstü ettiği kısacık sohbet çok mutlu etmişti. ‘Elbise dikelim’ derken gözlerinin içi gülüyordu. Bana nedense açıklama gereği duymuş, heyecanıyla kurduğu devrik ve yarım cümlesiyle “Bir arkadaş, üniversiteden.” deyip geçiştirmişti.... Vardı bir şeyler, fakat soramazdım... Sormadım da!

Benim gece kuşum, şimdi satırlarıma son veriyorum. Gitmeden sana babamın şair arkadaşlarından Mustafa (Şireci) ağabeyin dörtlüğünü bırakayım. Birgün ben de aşık olur muyum dersin? Bir faniyi sevebilir miyim? İncinmeden, kaybetmeden; şereflice... Ezeli ve ebedi! Abartıyor muyum ne? İşte, en çok sevdiğim şiirinden:

Hû deyip de erdim Aşk'ın demine

Aşk ile yanarım O'nun şem'ine

O'nun şem'i ile dostun cemine

Vardım da tutuştum, kor oldum gittim...

Hımmm, iyi hissetmiyorum kendimi. Dayak yemiş gibi hissediyorum. Başım fena ağrıyor. Şu saksıya benzer şeyin düştüğü yer... Çok ağrıyor çok... Yarın buluşmak üzere!

Elif Kuzu

5 Mart

Gözlerim sessizce ağlıyordu. Çığlıklar içimde cem tutmuş; hatta tuhaf bir aranış içindeydi o ben... Anlam yükleyemiyordum duygularıma... Güzel kızım! Annesinin bir tanesi... Aslı’nın bunlardan haberi var mıydı acaba? Oğuz’um biliyor muydu bunları? Elif neler duymuştu? Huzursuzluk. Ne düşmesi? Ne evlenmesi? Ne incinmesi?... Birden zil çaldı. Kalktım. Yüzümü Elif’in masasındaki ıslak mendillerinden biri ile sildim. Gelen Aslı’ydı. Aslı: “Anneciğim, aradığın ayıcığın yerini biliyorum, hazırlan beraber gidiyoruz hastaneye.” dedi. Odama gittim, alelacele giyindim. Dinç görünmek için hafif makyaj yaptım. Aslı, ayıcığı almış eline beni bekliyordu... “Acaba?” dedim, içimden geçenleri yutkundum. Arabanın anahtarını aldım. Sonra, Aslı’yla beraber çıktık evden... Yolda giderken, Aslı: “Doktor, kan gruplarımızı sordu. Leyla teyzeninki tutunca hemen o verdi.” dedi. İçimde kopmayan tusunami, çökmeyen bina, gelemeyen tornado kalmadı... Yüzümde ise bunlardan eser bile yoktu... Anneydim sonuçta! Nasıl yürüdüğümü, arabayı nasıl kullandığımı hatırlamıyorum bile...

Hülya Kars