Bazen bir şehri tanımak için meydanlarına değil, çoktan kaybolmuş köşelerine bakmak gerekir…
Çünkü bir kentin hafızası her zaman ayakta kalan binalarda değil; çoktan yıkılmış, yerini başka şeylere bırakmış, belki de adı bile hatırlanmayan mekânlarda gizlidir…
Giresun’un da böyle kayıp mekânları çok... Bugün birçoğumuz yanından geçip gittiğimiz boşlukların aslında zamanında nasıl bir hayata sahne olduğunu unutmuş durumdayız…
“Bu şehri yönetsin” diye seçtiğimiz belediye başkanları, milletvekilleri, bürokratlar ve STK temsilcilerinden acaba kaçta kaçı gerçek Giresun’u biliyor veya tanıyor?
Mesela, bir zamanlar şehrin en büyük eğlencelerinden biri olan eski sinema salonları… Şehir Sineması, Uğur Sineması ve Saray Sineması…
Çocukluğumuzun, gençlik yıllarımızın kaçamak heyecanını saklayan o karanlık salonların hiçbiri yok artık…
Yerlerinde şimdi marketler, depolar, otoparklar var… Yani “hiçlik” var!...
Giresun’un sokaklarında taksi camlarına asılan ve sesli anonslarla duyurulan afişlerin kokusunu, film arası içilen gazozların tok sesini kaçımız hatırlıyoruz?...
Sinema bir zamanlar sadece film izlenen yer değildi… Şehrin toplu heyecanıydı… Arkadaşlıkların dostluğa dönüştüğü, ilk buluşmaların yahut ilk evlilik tekliflerinin yapıldığı özel mekanlardı…
Eski kahvehaneler… Her mahallenin kendine ait uğrak yeri vardı. Sadece okey taşlarının sesi değil, şehrin nabzı atardı kahve masalarının etrafında…
Asmalı Kahve, Yalı Kahve, Kavlağın Dibi… Sadece bu üçünden bile yüz bölümlük dizi senaryosu çıkarırım size!...
Bugün hâlâ açık olanlar var elbette… Ama o eski kahvehanelerin ruhu başka bir şeydi… Ahşap sandalyesinde oturan ihtiyarın sessizce camdan dışarıyı seyretmesi bile bir hikâyeydi... Şimdi kahvehaneler arttı ama hikâyeler azaldı…
Ve bir de denize daha yakın olduğumuz yıllar… Sahil düzenlemeleri yapılmadan önce Karadeniz’e neredeyse dokunuyorduk...
Dalgaların şehre kadar uzandığı o günlerde, bazı küçük balıkçı barınakları, çay bahçeleri, deniz kokusuyla iç içe olan minnacık mekânlarımız vardı…
Plaj neyim bilmezdik… Dolmuş misali sahilde aklımızın estiği her yerde durup yüzerdik… Lise yıllarımda Samantaşı’nda yüzmekten aldığım zevki şu yaşıma kadar başka bir yerde almış değilim…
Bugün modernleşme uğruna düzenlenmiş sahil, belki daha düzgün görünüyor ama o eski mütevazı dokunuşların tamamını kaybettik!...
Bir zamanlar Giresun’un iç sokaklarında saklanmış küçük dükkânlar vardı…
Soba tamircisi, çerçi, bakırcı, terzi, kunduracı… Şimdi çoğu yok.
Onların da yerlerini tabela ışıkları fazla parlak, ruhu fazla yorgun modern dükkânlar aldı... Eskiden bir sokakta yürürken her dükkânın kendine ait kokusu olurdu…
Artık tüm kokular aynılaştı, renkler aynılaştı, insanlar adeta bir yerden kopyalanmış gibi!...
Bugünün gençlerine anlatınca inanması zor geliyor ama o dönem Giresun’da şehir kültürü diye bir şey vardı… Ve bunun tam merkezi Sokakbaşı’ydı... Şehrin nabzı orada atar, şehrin gündemini orası belirlerdi…
Kültür Sitesi’ndeki Şehir Sineması filmden çok bir buluşma mekânıydı; “akşam seansı” demek, arkadaşlıkların, aşinalıkların, hatta küçük tartışmaların yaşandığı bir sosyal alandı. Vahit Sütlaç ise sadece bir salon değil, sahnenin büyüsünü şehre taşıyan bir okuldu. Büyük müsamereler, tiyatro oyunları, yarışmalar… Giresun’un kültürel damarının attığı yer orasıydı….
Giresun’un her mahallesinin ayrı bir karakteri vardı… Yerli avam tabaka daha çok sakinliği, samimiyeti ve köklü yapısı ile şehrin omurgasını oluşturan Kale, Zeytinlik ve Çınarlar Mahallesinde yaşardı…
Hacı Hüseyin Mahallesi’nin bahçeli evleri ise şehrin ağır abilerini değil, ağır adımlarını taşırdı. Ekabir tayfa, sessiz avlulardan dünyaya bakar; şehrin dönme dolabındaki her hareketi kendi sakin teraslarından izlerdi. Orada zaman, Sokakbaşı’na kıyasla biraz daha ağır çekimde akar; duvarlara sinmiş bir “eski Giresun terbiyesi” hep hissedilirdi.
Kumyalı, denizin etkisinden olsa gerek, kendine has hafif sert jargonu olan bir yerdi… Keza Söken… Bugün Beşiktaş için “Çarşı Grubu” neyse Giresun için “Söken” oydu…
Yeni Mahalle gençleri ile Sokakbaşı gençleri arasındaki rekabet Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini kıskandıracak ölçüdeydi…
Ancak hepsi Giresunspor maçlarında ve milli bayramlarda Atatürk Stadı’nın tribünlerinde “tek yürek” olmayı bilirdi!...
Giresun kendi içinde çok renkli ve çok sesli bir şehirdi eskiden… Onu güzel ve değerli kılan da bu yönüydü…
Yetkililerin ne kadar umurunda bilmiyorum…
Bütün bu kayıplar, maalesef bir şehrin kimliğini de karakterini de beraberinde yok ediyor…
Zamanın akışını durdurmak elbette mümkün değil... Fakat bir şehri yaşatan, ona anlam veren şey, tıpkı bir insan gibi geçmişiyle kurduğu bağdır... Çünkü kaybolan her mekân, aslında hepimizden kopan küçük bir parça anlamına gelir…
Mevcut kayıplar yetmiyormuş gibi, hala daha geriye kalan üç-beş kırıntıyı koruyamıyoruz… Hacı Hüseyin’deki tarihi hamam da elden çıktı… Gogora diye bir şey kalmadı… Sıra Küçük Mendirek ve Taşbaşı’na geliyor… Yakındır tarihi Millet Bahçesi de bir gecede yok olur!
Kimse “millet parkı” nedir bilmezken, bu şehrin İmparatorluk döneminde bile bir “millet parkı” vardı!...
Tam 14 sene oldu; Kültür Sitesi ve beraberinde Şehir Sineması yıkılalı beri!...
Yenisini soruyorsunuz; hala “-cek, -cak”...
Size de oluyor mu bilmiyorum; eski mahallelerin, eski sokakların hayaleti bazen omzuma usulca dokunuyor… Hatıraları hafızamı kaşındırıyor…
Keşke diyorum, yetkilileri de kaşındırsa biraz… Şehrin o sessiz çığlığını, azıcık onlar da duyabilse!... Bu durumdan biraz rahatsız olsalar!...
Belki bu yazı bir işe yarar.., Kim bilir, Arafat Dağı’na kar yağar!...