Çok değerli edebiyat adamı, dostum, sevgili büyüğüm Cengiz Dağcı, 22 Eylül 2011 Çarşamba günü saat 12.30 sıralarında vefat etti.

Merhumu anlatma konusunda aciz kalıyor insan...
Merhum ile iki yıl önce yaptığım ve 'Kardeş Kalemler' dergisinde yayımlanan söyleşiyi siz değerli okurlarımla paylaşıyorum;

"Yurdunu Kaybeden Adam"

Cengiz Dağcı’yı üç kelime ile anlatmam istenseydi, bir yazarı kendi eserinin adıyla anarak dramatize etme tehlikesine karşın,  yine de “Yurdunu Kaybeden Adam” olarak tanımlardım onu.

Soğuk mu soğuk, kasvetli, puslu bir Londra Cumartesi’sinde, Wimbledon Southfields Caddesindeki kapıyı çaldığımda, karşımda duran gür kaşlı, beyaz saçlı edebiyatçı için aklıma gelen tanımlayıcı ilk cümlenin bu olması “eşyanın tabiatına uygun”.

Çünkü “Yurdunu Kaybeden Adam...”, tamı tamına bu önemli yazarı anlatıyor. Hem de fazlasıyla. Bütün dünyanın “kimyasını” değiştiren, coğrafyaları alt-üst eden II. Dünya Savaşı ile başlayan “Korkunç Yıllar”, yüzbinlerce insana yurdunu kaybettirdi ama, tuhaftır, Türkçe okuyup yazan bizlere bir edebiyat adamı kazandırdı. Tüm dünya için talihsizlik olan bu büyük paylaşım savaşından, ola ola böyle bir “faydamız” olmuş. Teselli babından bir mutluluktur bu aslında.

NE ÇOK ŞEY GERİDE KALDI

Demir tokmağıyla birkaç kez tıkladığım kapıyı yavaşça açan “ihtiyar delikanlı” tarih okumak için girdiği üniversite yıllarında, apar-topar götürüldüğü meçhul yolculuktan, ne özlediği Kırım’a, ne de geride bıraktığı gözü yaşlı anasına bir daha hiç dönemedi. Henüz bıyığı yeni terlemiş “Kırım’ın Genç Şairi”, yazdığı şiirleri de, anacığını da, çok sevdiği Kırım’ını da geride bırakmıştı.

Esir ve mülteci kamplarından geçen “ölüm ve korku” yolu, Ukrayna, Polonya, Almanya ve savaş yıllarının sonunda İngiltere’ye uzandı. Bu acılı yolculuğun tüm safhaları onlarca cilt kitapta yer buldu. Birçok edebiyat eleştirmeni tarafından yazılmıştır mutlaka ama ben de belirteyim. Cengiz Dağcı ve eserleri, çok sayıda akademisyenin araştırma konusu oldu.

Kardeş Edebiyatlar için “babam gibi bildiğim” bu güzel adamı, bir defa daha ziyaret ettim. Uzun süredir çalmadığım kapıyı bir defa daha çaldım bilvesile. Ve bir defa daha dinledim bu “güzel adam”ın hayatında tam, bende eksik olan kesitleri.

Bir koca ayaz ve hüzün dolu bir hayatı bir tek yazıda anlatmak elbette kolay değil. Ama, hafızası ve vefa duygusu zayıf insanlara bir defa daha hatırlatmak gibi önemli bir sorumluluğu yerine getirmek olacak bu yazı aynı zamanda.

YAŞAYAN TARİHLE BİR KAÇ SAAT

Zor, ağır, acı, çile dolu tam 86 yılı geride bırakan Cengiz Dağcı, daha dün gibi taze anılarını paylaştı bizimle. Bir çoğunu dinlerken hafızamız tazelendi, bazı ayrıntılarla da ilk defa karşılaştık. Yaşayan, yürüyen, capcanlı bir tarihti karşımızdaki.

Kendine ait evinde yalnız yaşıyor Türk edebiyatının, bu, Türkiye’yi hiç görmeden, Türkiye türkçesiyle yazan yazarı...

Polonyalı eşi Regina’yı 9 yıl önce kaybetmenin ardından yalnız yaşamaya başlayan Dağcı, sık sık kullandığı bir dizi ilaç eşliğinde, radyo ve televizyonun da dışında anılarıyla başbaşa...

“TÜRKÇEM: ANAMIN DİLİ”

İlk akla gelen eseri “Korkunç Yıllar”, 1956 yılında bizzat Yaşar Nabi’nin arzusu ile Varlık Yayınları arasında çıkan ve tam eli bir yıldır Türkiye Türkçesi ile yazarak, Türk edebiyatına 20’den fazla eser kazandıran Cengiz Dağcı, çok iyi derecede İngilizce ve Lehce bilmesine rağmen, yazı dili olarak “anamın konuştuğu dil” diye tanımladığı Türkçeyi seçtiğini anlatıyor.

Türkiye sevdalısı ama Türkiye’yi hiç görmemiş olan yazarın, South Fields’daki mütevazı evinin duvarlarında bir çok Türk kuruluşun verdiği ama hiçbirini almaya dahi gidemediği ödüller dikkat çekiyor. Bunlar arasında Türkiye Yazarlar Birliği  ile İLESAM’ın “Yılın Yazarı” ve Türk Ocakları Üstün Hizmet Ödülü plaketleri ilk göze çarpanlar. Kırım Yazarlar Birliği’nin geçen yıl gönderdiği plaketi de hatırlatalım. İlerlemiş yaşına ve onlarca eserine rağmen, kendisi ve eserleri hakkında konuşmaktan hoşlanmayan Dağcı, “Beni yazdıklarımla değerlendirin” diyor ve hayatın gerçeklerini anlatıyor.

Doğru da buluyoruz bu tutumunu. Okurlarını ve tabii kitaplarıyla birlikte hayranlıklarını kazandığı sevenlerini ilgilendiren, eserlerin nasıl ortaya çıktığı, hangi şartlarda yazılıp okurlarına ulaştığı.

Yazarımızın anlattıklarından hareketle size bir Cengiz Dağcı portresi çizmeye çalıştık. İşte aklımızda kalanlar ve sizinle paylaşabileceklerimiz...

TÜRKİYE’DEKİ İLK ESER

İlk kitabı 1956 yılında Varlık Yayınları arasında çıktı. Kitabın orijinal adı “Sadık Turan’ın Hatıraları” idi. Ancak müsveddelerini gönderdiği Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi, kitabın çok büyük olacağını bildiren bir mektup yazarak, iki cilt halinde yayınlamak istediğini bildirdiği bu kitabın ilk cildi “Korkunç Yıllar” adı ile yayınlanır. Bundan üç ay sonra da ikinci cilt, “Yurdunu Kaybeden Adam” okurlarıyla buluşur.

İngiltere’ye 1946 yılında gelen Dağcı’nın Türkiye Türkçesini benimsemesi ve yazı dili olarak kabullenmesinde, Almanya’da mülteci kampında tanıştığı ve gönlünü kaptırdığı Zehra Karabaş’ın Türkiye’den gönderdiği birkaç kitabın etkisi de vardır. “Türkiye Türkçesi anamın bana konuştuğu dildi” demeyi hiç ihmal etmiyor Dağcı.

ZİYA OSMAN SABA’NIN REDAKSİYONU İLE

Varlık Yayınları’nın sahibi Yaşar Nabi Nayır ile yazışmalarında kitaplarının şair Ziya Osman Saba tarafından redakte edildiğini öğrenir. Yaşayan Türkçenin önemli adlarından Ziya Osman Saba’nın kitaplarını redakte etmesine memnun olan Dağcı,  “dilimi bozmadan çok güzel düzeltti ve kitaplarım ‘ütülenmiş’ olarak çıktı” diyor Saba’nın çabalarını anlatırken. İlk kitabı “Korkunç Yıllar”ın Türkiye Türkçesi ile basılması ve dört baskı yapması Dağcı’nın cesaretini artırır . Daha önce cep kitapları basan Varlık Yayınları artık Cengiz Dağcı’nın eserleriyle birlikte büyük kitaplar basmaya başlar.

YAŞAR NABİ’NİN ZİYARETLERİ

Türkiye’ye hiç gitmediği halde Türkiye türkçesi ile kitaplar yazmaya başlayan Cengiz Dağcı’yı  değişik zamanlarda Londra’ya gelen Yaşar Nabi Nayır sık sık ziyaret eder. “Batı edebiyatını yakından tanıyan biri” olarak tanımladığı Nayır ile ortak düşüncelerde buluşan Dağcı, bir mektup ile başlayan diyaloğun ardından Varlık Yayınları’nda çıkmış 8 romana imza atar. Bunlar arasında “Onlar da İnsandı” büyük yankı uyandırır. Daha sonra “O Topraklar Bizimdi”yi 1970’li yıllarda Varlık Yayınları’na gönderen yazar Yaşar Nabi Nayır’dan ilginç bir mektup alır. Artık Türkiye’de sağ-sol kamplaşmalarının başladığı, terör olayların arttığı, sanat dünyasında da kutuplaşmaların keskinleştiği yıllardır. Kırım ve Sovyetler Birliği eleştirileri içerdiği için, 70’li yılların politik ortamında, Dağcı’nın kitaplarına tavır geliştirililmesine yol açar. Varlık Yayınları artık Dağcı’dan uzaklaşmıştır. SIKIYÖNETİMDEN  DE PAYINI ALDI!

Yazar, Şair Osman Türkay ile elden gönderdiği kitaba Yaşar Nabi’den “bu kitabı basamayız, yanlış anlaşılır” cevabı alınca artık yol ayrımına gelmiştir.

 “O Topraklar Bizimdi” kitabında yer alan ağır komünizm eleştirisi, Dağcı ile Varlık Yayınları’nın yollarına ayırmaya yetmiştir. Bir başka yayıncı, Kağan Yayınevi,  kitabı, içindeki “Komünizm” ile ilgili bölümlerin çıkarılması halinde basabileceğini bildirir. Yazar böyle bir düzeltme yapmayacağını bildirmesine rağmen, yayınevi bu bölümleri çıkarıp yayınlar. Sıkıyönetim döneminin bitişini müteakip Londra’ya gelen Yaşar Nabi, müsveddeleri Dağcı’dan tekrar ister. Cengiz Dağcı o yıllarda kitabına sansür konmasından Yaşar Nabi’yi tenzih ederek, “Aslında Yaşar Nabi’nin solculuğu solculuk degildi… Batı edebiyatını yakından takip eden mantıklı biri idi. O öldükten sonra yayınevi komünistleşti” diye ilginç bir tesbitte bulunuyor.

Varlık Yayınları ile başlayıp, Bilge Kağan yayınları ile devam eden serüveni artık Cengiz Dağcı’yı farkında olmadan bir tarafın yazarı haline getirir. Değişik gazetelerde kitaplarına getirilen eleştirilerde, zaman zaman yazar ile kitaptaki kahramanları bütünleştirenler olur.

“Korkunç Yıllar” ile ilgili olarak Ulus gazetesinde geniş eleştiriler yeralır. O eleştiride, “Sadık Turan, Cengiz Dağcı’nın kendisidir” gibi, yazar ile roman kahramanını birleştiren yorumlar dikkat çeker. Oysa, Sadık Turan romanın kahramanıdır sadece, elbette kendisi değildir. Romanlarında kendi hayatından parçalar olduğunu kabul ediyor yazar, ama Sadık Turan’ın Cengiz Dağcı olmadığını ısrarla vurguluyor ve bu gibi eleştirilerin daha sonraki yıllarda çeşitli gazete ve dergilerde devam ettiğini, bugün bile benzeri birçok eleştiri yapıldığını da kaydediyor.

TÜRK YAZARLARLA İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

Londra’da oturup, Kırım tatarlarının çilesini yansıtan romanlarıyla Türk edebiyatına büyük katkıları olan Cengiz Dağcı, o yıllarda takip edebildiği kadarıyla, Türk yazarlardan, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’i okur. Bunlar arasında Yaşar Kemal’in İngilizce olarak basılan “İnce Memed”i de vardır. Okuduğu yazarları değerlendirirken, “Yaşar Kemal orta okul çocukları için iyidir. Orhan Kemal ve Kemal Tahir de iyidir diyebilirim. Ama benim için Türk romanı Reşat Nuri, Yakup Kadri ve Halide Edip’tir. Halide Edip benim için en değerli romancıdır” değerlendirmesini yapıyor.

KENDİ DİLİNDE YAZARSAN O DİLİN YAZARISIN

İyi derecede İngilizce ve Lehce bilen, Rusca’yı da iyi konuşan Cengiz Dağcı, bir dönem İngilizce yazmayı da denemesine rağmen Türkçede devam etmeye karar verir. Bir İngiliz profesör yazarın “Korkunç Yıllar”ını İngilizceye çevirdiği halde yayıncı bulamadığı için basılamaz. Daha sonra İngilizce müsvedde Amerika’da bir yayınevine gönderilir. Yayınevi basılacağını bildirdiği halde irtibat kopukluğu neticesi kitabının İngilizcesi basılsa da yazarına ulaşmaz ve kaybolur.

Cengiz Dağcı, “bir yazar hangi dilde yazar ise o dilin yazarıdır” diyerek, Polonyalı yazar Kozinevski’yi örnek gösteriyor ve İngilizce yazan Kozinevski’yi Polonyalı olmasına rağmen ülkesinde kimsenin tanımadığına işaret ediyor.

Dağcı’nın edebi hayatı sadece romanlarıyla sınırlı değil. İlk romanı olan “Arkadaşım Maksud”dan önce Rusça üç perdelik bir de oyun çalışması mevcut.

“Korkunç Yıllar”dan önce yazılmış olmasına rağmen, “Korkunç Yıllar” basılınca Rusçadan Türkçeye çevirdiği oyunu Yaşar Nabi “zayıf” bulduğundan basılmaz. Tek kopya olan oyun Varlık Yayınları’na gönderildiği için geri dönmediğinden yazarın elinde o kopya da kalmamıştır.

Kırım’da tarih okuyan Dağcı, gençlik yıllarında Rus yazarların bir çoğunu okuduğu için edebiyat ile  iç içe yaşadı. Gençliğinde şiirler de yazdı. Kırım’da geçen gençlik yıllarında “Kırım’ın en genç şairi” olarak tanındı. Romanlarını önce el yazısı ile yazan Dağcı, daha sonra daktilo ile temize çekerek yayınevlerine ulaştırdı hep. Kullandığı en gelişmiş yazı makinası ise elektronik daktilo oldu. Bilgisayarlı yıllarda ise artık gözlerinin iyi görmemesi, kalbinin rahatsızlığı ile yazı hayatını noktaladı.

Birkaç yıl önce, 12 Ocak 1998’de eşi Regina hanımı kaybeden Dağcı, o tarihten itibaren yazı hayatını da yavaşlattı. Çünkü, Batı edebiyatı okumuş,derin bilgi ve kültürü ile Regina hanım en büyük destekçisi idi. Türkçe bilmediği için yazdığı romanları okuyamasa da en büyük desteği eşinden gördüğünü saklamıyor Cengiz Dağcı. Ve, “Sadece son çıkan kitaplarından ve İngilizlerin hayatından öykülerin yer aldığı “Bay Markus Burton’un Köpeği”ni biraz anlatmıştım kendisine” diyor eşinden sözederken.

TÜRKİYE’DE “FAŞİST”, ALMANYA’DA “KOMÜNİST”

Cengiz Dağcı’nın romanlarında ana temayı Kırım Tatarları’nın sürgün yıllarında ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadıkları dram oluşturdu. Eserlerindeki antikomünist yaklaşım sebebiyle, sağ-sol kutuplaşmaları Dağcı’yı “sağcı yazar” olarak, bir kesimin yazarı haline getirdi.  Bu durumdan rahatsızlığını özel sohbetlerinde dile getiren yazar, Yaşar Nabi’nin ölümünden sonra Varlık Yayınevi ile irtibatım koptu. Türkiye’de ideolojik ayırım çok öne çıktı. Varlık Yayınevi’nin başına geçenler beni ‘sağcı yazar’ olarak değerlendirdiler ve eserlerimi basmadılar. Ben yazarların kutuplaşmalar içinde yeralmasından hoşlanmıyorum. Yazar, toplumun her kesimine hitabeder.  Şimdi bütün kitaplarım Ötüken Yayınları tarafından seri olarak yayınlanıyor. Bütün eserlerim yeniden seri halde basıldı. Yeni çıkan hikayelerim ve hatıralarımla birlikte toplam 24 kitabım Ötüken Yayınları arasında yeniden basıldı” diyerek, Ötüken Yayınları’na  müteşekkir olduğunu vurguluyor.

Dağcı’nın eserleri Türkiye’de kutuplaşmaya kurban giderek “sağcı” damgası alınca Varlık Yayınları’yla yolu ayrılır. Soğuk savaş yıllarında “sağcı yazar”ın tercümesi “Faşist”tir. Dolayısıyla kitaplarını yayınlayacak adresler de “milliyetçi” olmalıdır.

İşte tam da bu noktada Cengiz Dağcı’nın, 1945’li yıllarda, savaşın orta yerinde Almanya yakınlarında yaşadığı bir anısını burada yazmak farz oluyor... Almanlar Türkistan Lejyonu oluşturmanın yanında bir de kendi kontrollerinde birlikler oluşturmaktadır. Cengiz Dağcı da Rus olmadığı için, Ruslara karşı savaşacak bu birliğe alınmak istenmektedir. Dağcı ise buna karşı çıkıp, Alman birliğine katılmak istemeyince, “Komünist” damgası yiyecektir.

KIRIM HEP AKLINDA OLDU

Ayrı kaldığı, bir daha dönemediği ve hayatı boyunca özlemi ile yaşadığı Kırım’ı sadece romanlarına konu etmekle kalmadı Dağcı. Her fırsatta anayurdundaki gelişmeleri yakından takip etti. Yarım asırdan fazla süren “Korkunç Yıllar”ın ardından Sovyet rejiminin dağılmasıyla birlikte  Kırım Tatarlarının vatana dönüşü mutlu ediyor Kırım’ın bu büyük edebiyatçısını. Maddi imkansızlıklar sebebiyle kitapları Kırım’da basılamadı belki ama ülkesinde bıraktığı gençlik şiirleri sevenlerince kitap haline getirildi. Yüreği hep Tatarlarla birlikte atıyor. Dönemeyen Tatarların da Kırım’a kavuşmaları için dua ediyor.

ÇİFTE NİKAHLI, AYRI DİNE MENSUP AMA MUTLU

Cengiz Dağcı’nın, vatandan uzakta geçen savaş yıllarında, Polonya’da tanışıp, daha sonra 53 yıllık bir hayatı paylaştığı eşi Regina hanım, Roman-Katolik asıllıydı. Birlikte geçen yarım asırdan fazla sürede iki ayrı dine mensubiyetin, eşi ile sorun olmadığını anlatıyor Dağcı: “Ölen eşim Regina ile 53 yıl süren evlilik hayatımız oldu. Bu süre zarfında farklı dinlerden olmamız hiçbir zaman problem olmadı. Evlendiğim zaman eşim Roman-Katolik ben ise Müslümandım. Evvela nikahımızı imam kıydı sonra her ikimizin de kendi dinimize göre nikahlarımızın kıyılabilmesi için kiliseye gittik. Eşimin dinine göre evlenebilmesi için Roma Papazı’nın izni olması gerekiyordu. Polonya’daki Kilise bizim için Vatikan’a mektup yazıp danıştı ve izin alındı. Vatikan bizim evliliğimiz için özel izin verdi. Her ikimizin dinine göre nikah yapıp evlendik. Evlilik hayatımız boyunca dinlerimiz hiç problem olmadı” diyor.

HANIMEFENDİNİN İSTEĞİ

Burada, yazardan uzun süre sakladığım, ama en son görüşmemizde söyleyebildiğim bir hususu da aktarmam lazım. Regina hanım, kendilerini ziyaret ettiğim bir gün, benimle özel konuşmak istediğini söyleyerek, bir köşeye çekip şunları söyledi: “Bak Mustafa! Cengiz’in kalbi hiç iyi değil. Bir ayağı çukurda. Eğer benden önce ölürse cenazesini İslam dinine göre kaldırmamız lazım. Onun için bana bu konuda yardımcı olur musun?”  Bu duyarlı hanımefendi, eğer Cengiz bey için emri hak vaki olursa İslami cenaze hizmeti veren kuruluşların telefon ve adreslerini de istemişti benden.

KÜLTÜR BAKANI EVİNDE ZİYARET ETTİ

Türkçenin lirik yazarı Cengiz Dağcı, zamanın Kültür Bakanı İstemihan Talay tarafından Ankara’da düzenlenen “Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı”na bizzat davet edildi.

Geçen yıl ise Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, Dağcı’yı evinde ziyaret etti.

Uçak korkusundan dolayı uçağa binemediği için Kırım ve Türkiye’yi görme umutlarını yitiren Cengiz Dağcı, bunu son ziyaretimizde adeta itiraf  gibi, “Kızıltaş’ta Gelinkaya adında yüksek bir kaya vardı. Delikanlılık yıllarımda bu kayanın üzerine çıkıp, ayaklarımı sarkıtarak Karadeniz’in tüm güzelliklerini dakikalarca seyrederdim. Sonra bende bir yükseklik korkusu peydah oldu. Şimdi kimse beni sağ olarak uçağa bindiremez. Uçağa binemem ben” diye anlatıyordu.

TÜRKİYE’YE NEDEN GİTMİYOR?

Cengiz Dağcı’nın Türkiye’ye gitmeyişinde bu yükseklik korkusunun payı mutlaka vardı. Ama bunun bir de öncesi olmalıydı. Bunu da öğrenmek yine bize düşecekti...

İşte yazarın yüreğinde derin yaralar açan burukluğun kendi ifadesiyle gerçek hikayesi:

“Savaş yeni bitmişti. 1946 yılı başlarında İngilizler, Polonya ordusu ve ailelerini İtalya’dan İngiltere’ye getirdiler. Biz de bu gelenler içindeydik. İlk önce İskoçya’ya geldik. İş bulanlar Büyük Britanya’nın her yerine gidebiliyordu. Hiç paramız yoktu. Eşim Regina’nın altın yüzüğü vardı, onu sattım ve tren bileti alarak Londra’ya geldim. Regina ve kızımız Arzu ise İskoçya’da kalmıştı. Amacım Türkiye’ye gitmekti. Doğruca Türkiye’nin Londra Başkonsolosluğu’na gittim. Durumumu anlattım ve ‘savaş bitti ben artık Türkiye’ye gitmek istiyorum’ dedim. Başkonsolosluk yetkilisi beni dinledi, ilgilendi ama, ‘Türkiye’de akrabaların varsa ve eğer onlar davet ederse gidebilirsin, başka türlü Türkiye’ye gidemezsiniz’ dedi.

Oysa ben bütün Türkiye’yi akrabam sanıyordum. Adeta yıkılmıştım,

ne yapacağımı şaşırmış, nereye gideceğimi bilemiyordum. Konsolosluğun önündeki banka oturdum, gözlerimden yaşlar geldi üzgün ve hüzünlü bir şekilde oturuyordum. Birisi çıktı içerden ve bana doğru gelip, yardımcı olmak istediğini söyledi. Tanıdığı birisinin lokantası olduğunu söyleyip adresini verdi. Verdiği adrese gittim, lokantada çalışanların, biri Kıbrıslı Türk, biri Yahudi diğeri ise İngilizdi. Daha sonra patronları Neşet  geldi, derdimi anlattım.

Soho’da bir lokantada haftalık 4 pounda çalışmaya başladım. Aynı gün iş bulmuştum. Evim olmadığı için diğer lokantanın üzerindeki depoda uyuyordum. Soğuktu. Bir gün bir Ermeni vardı, tatlıcı. Bu Ermeni bana Shepherd Bush, Holland Road üzerinde bir adres verdi. Fransız Madam Cratas’ın evinden bir oda kiraladım. Artık City’de bir lokantada çalışıyordum. Eşimi ve kızımı da yanıma getirmiştim.”

Yazar Kırım’a dönemeyişini ise şu sözleriyle özetliyor:

Birkaç yıl öncesine kadar bizim için yollar kapalıydı. Komünist sistem bize yasak koymuştu. Ruslar Kırım Tatarlarını 1945-46 yıllarında  sürdüler. Annem sürgünde öldü. Şimdi ise sağlığım iyi değil, bir yere gidemiyorum.”

Memleket özlemini anlatırken, “dini bütün, inançlı bir dindar sayılmam ama her gece yatmadan Allah’a iki şey için dua ve teşekkür ediyorum; Birincisi, beni Kırım gibi güzel bir ülkede dünyaya getirdiği için, ikincisi ise eşim Regina’yı karşıma çıkardığı için.”

Cengiz Dağcı, polonyalı eşi Regina’ya sevdasını her fırsatta dile getirmenin ötesinde, Regina adıyla bir de kitap yazdı. Son görüşmemizde Dağcı’nın Almanya’da mülteci kampında başlayan ve sonraki yıllarda da devam eden Zehra Karabaş adlı Kırımlı bir hanımla da sevda yaşadığını öğreniyoruz. Bunu sorduğumuzda ise, “tek taraflı bir sevdaydı bu. Zehra hanım beni beğenmişti ama benim yüreğimde Regina vardı. Zehra hanım Turkiye’ye döndü, evlendi, daha sonra eşini kaybetti ama benimle hep irtibatını sürdürdü. Bana Türkçe kitapları dergileri o gönderdi” diyerek açıklık getiriyor.

HÜZÜN DOLU UZUN BİR HİKAYE GİBİ  

Kırım’da başlayıp, İkinci Dünya Savaşı’nda ölümle burun buruna geçen yıllar ve ardından İngiltere’de elli bir sene süren yazı hayatında, Türk edebiyatına 25 eser kazandıran Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen dünyasına konuk olup, Türk okuruna biraz olsun kesitler aktarmaya çalıştık.

Sınırsız özgürlüğün yaşandığı ülke olarak tanımladığı İngiltere’de bugüne dek yazdıklarından dolayı hiç bir zaman suçlanmadı ve ceza almadı Dağcı.

Söylemlerinden dolayı “sağ” kutba maledilen bir yazar olarak, sol partiye mensup Kültür Bakanı İstemihan Talay tarafından bizzat Türkiye’ye davet edildi. Eserleri sadece sağ kesim edebi çevreleri tarafından ödüllendirildi. Sol kesim, halkının dramını, sömürülüşünü, yurtsuz kalışını romanlara döken yazara yönünü çevirip bakmadığı gibi, önce kitaplarını basmadı, ardından “yok” saydı Cengiz Dağcı’yı.

Gençlik yılları dışında Karadeniz’in güzel sahillerini şimdiye kadar göremedi Dağcı, edebiyatına birçok eser kazandırdığı Türkiye’yi ise hiç görmedi.

Yorgun zihnine rağmen parmakları tuşlara değecek gücü bulduğu sürece yazdı. Kırım’ı yazdı, annesini yazdı, sürgünü yazdı, çünkü “Onlar da İnsan”dı. Kendisi kim peki? Yurdunu Kaybeden Yazar.  


NOT: Merhum Dağcı'nın cenazesi, 26 Eylül 2011 Pazartesi günü Hackney bölgesindeki Süleymaniye Camii’nde kılınacak öğle namazının ardından toprağa verilmek üzere memleketi Kırım'a gönderilecek