Solgun gözlerin pınarlarında biriken birkaç damla tuzlu suyun kudretini küçümseyenler, hep yanıldılar...

 

Oysa onlar, yani bütün kudreti kendilerinde vehmedenler, gayrıyı hor ve hakir görürlerdi daima...

 

Güçlü ve ihtişamlıydılar.

 

Kan damlayan yanakları, beşeri sıhhat ve güzelliğin nişanesiydi. Kadınlarının gerdanında ışıldayacak bir parça mücevher için; gözpınarları ağlamaktan kurumuş, solgun benizli, düşük omuzlu sefil kalabalıktan üç beş tanesinin hayatlarını feda edebilirlerdi. Kanun iki dudaklarının arasındaydı.

 

Dilediklerini öldürür, dilediklerini servete boğarlardı. Hiçbir şeyden korkmaz, hiç kimseye boyun eğmezlerdi. Yeter ki, ölüm ve ihtiyarlık onlardan uzak olsundu...

 

Ama olmadı.

 

Kudretini küçümsedikleri gözyaşları, onlar için, her şeyin sonu oldu. Çünkü dünya kuruldu kurulalı, zulüm payidâr olası değildi.

 

Bazen Karun, bazen Firavun, bazen Nemrud, bazen Neron oldular. Kazıklı Voyvoda, Ekber Şah, Stalin, Mussolini oldular. Ama hiç değişmediler. Hep öfkeli, hep zalim, hep sabırsızdılar.

 

Fakat sonunda kazanan, hep sakin, hep mahzun, hep sabırlı olanlardı...

 

Bilemediler.

 

Suskunluğun, içten içe bir bileniş; gözkapaklarındaki nemin, kanayan yüreklerin buğusu olduğunu bilemediler. Titreyen dudakların, açıktan yakamadıkları intikam ateşini, nesilden nesile büyüterek üflediğini kavrayamadılar.

 

Ve yanıldılar.

 

O sefil kalabalığın gözyaşında boğuldukları vakit, aczin, çaresizliğin, kimsesizliğin ne demek olduğunu anladılar. Hep uzak durdukları ve hep başkaları için olduğunu zannettikleri ölüm, şahdamarlarına yapıştığında, faltaşı gibi açılan gözleri, dost bir el aradı...

 

Bulamadılar.

 

Zira hiç dostları yoktu.

 

Solgun gözlerin pınarlarında biriken birkaç damla tuzlu suyun kudretini küçümsemek, pahalıya malolmuştu. Ölümsüzlük, hiçbir yaratılmışın ayrıcalığı değildi.

 

Güneş, hep şarap renginde batardı onlar için.

 

O gün, kan renginde batıyordu...