Ne zaman annemlere kızsam burnumu çeke çeke ağlayarak üç-beş elbisemi bir poşete doldurur “Görürüsünüz işte! Zehra Teyzemin kızı olacağım ben artık!” diyerek yaşlı gözlerle kapıya koşardım. Kırklı yaşların ortasında çocuğu olmayan kendi halinde bir aileydi Zehra Teyzeyle kocası.  Allah yüzlerine gülüp o iki garibanı sevindirmemiş, kusur hangisindedir bilinmezmiş, Yaradan’ın hikmeti işte, onlara bir çocuk vermemiş.

Koca mahallede çocukları en çok seven de onlardı oysa. Her konuşlandığımız yerden köşe- bucak taşlanarak kovulurken bir tek Zehra Teyzeler ses etmezdi evlerinin önünde oynamamıza. Ses etmemek şöyle dursun, acıkınca karnımızı doyurur, şeker bile verirlerdi bize. Sümüklü Elif’in ağzına kadar inen sümüğünden bile hiç iğrenmez, her defasında itinayla silerdi Zehra Teyze onları.  Duruşuyla, yürüyüşüyle, konuşmasıyla, tavırlarıyla bildiğimiz teyzeler gibi değildi o, herkesten başkaydı, herkesten özel, herkesten güzel!  En çok da beni severdi Zehra Teyze, gün alası yanaklarımı okşarken eli değil ruhu değerdi sanki yüzüme. Plastik bir tasa su koyar, ıslattığı tarakla saçlarımı tarardı, çocukluğundan kalma, sandığından çıkarıp oynadığı bir bez bebek gibiydim elinde, incitmekten korkar yumuşacık severdi. “İpek’im gel benim kızım ol sen, tarayayım her sabah saçlarını böyle, istediğin bebekleri alayım sana.” Derdi. Örgülerimin arasına mavi boncuk takar, “Nazarlardan korusun Rabbim seni.”  Der koklayarak öperdi. Diğer bütün çocuklar kıskanırdı beni “Ne buluyorsa sen de sidikli!”

Benim en sevgili arkadaşımdı Zehra Teyze, annemi çok sevmesem koşa koşa gideceğim kızı olmaya gerçekten, o kadar büyüktü ona sevgim, ta yürekten. Çok aşıktı kocasına, her evde kavga gürültü eksik olmazken onların sesini yükselttiğini duymazdık hiç birbirine. Gıptayla bakardı mahallenin kadınları Zehra’ya, o kadınsa biz neyiz diye. İnceden inceden geçirirlerdi de “Güzellik para eder mi, bir döl vermedikten sonra, Hasan’a da yazık, geç olmadan evlenseydi bari.”

Güneşli yaz günlerinde sıcakta kalmamıza gönlü elvermez, sundurmasına çağırırdı Zehra Teyze bizi. Acıkınca da eve gitmez, hazırladığı peynir-ekmekle doyururduk karnımızı. Yapacak çok işi yoksa eğer, dövme çorbası bile yaptığı olurdu soğuk ayrandan.

 Sarı bukleli uzun saçlarıyla genç- yaşlı bütün erkelerin hayalini süslerdi Zehra Teyze. Filiz Akın halt etmiş, yeminle ondan güzeldi. Pembe çilli burnu minik bir mantara benzerdi, puf puf, yumuşacık.  Uzun güzel bacakları, bastığı kaldırım taşlarını bile çatlatırdı. Kadınlar hem hasetle hem de hayranlıkla bakardı ona, adımlarının ahenginden tanırdı erkekler onu, pencerelere üşüşmesinler diye onlardan evvel davranır, perdeleri çekerdi karıları. Gün alalı, çilli suratımı avucuna alıp, dünyanın en güzel şeyiymişim gibi davranmasına hep şaşardım, benim güzelliğim nere, onun ki nere! Hasan Amcanın da ondan kalır yanı yoktu, Tarık Akan’dan hallice. İki güzel insan, öylesine güzel yakışırdı birbirine.

  

Henüz damacana suyun satılmadığı ama bol klorlu musluk suyunun da içilmez olduğu zamanlardı o günler. Mahalle camisindeki  çeşmeden doldurulur taşınırdı  içme suyu evlere, arkamızdaki dağlardan geliyormuş kaynağı. Haliyle camii avlusu bütün mahalle kadınlarının toplanıp günlük dedikodu aktivitelerini yaptıkları cadı kazanıydı bir nevi. O yüzden sebep günün her saati değil, sadece akşamüzeri dolu olurdu çeşme başı.

Zehra Teyze uymazdı mahallenin rutinine, sabahleyin doldurur suyunu, kimseyle de muhatap olmazdı. Bu yüzden de sevilmezdi kadınlar arasında Zehra “Şuna bak şuna hem kel hem fodul, uzun topukluyu giyip yürümeyle kadın olunmuyor, bir çocuğun var mı bir çocuğun önce ona bakacaksın sen!” Onun da bir kusuru var diye nasıl sevinirlerdi için için.

Bir doktora gitmişlikleri yoktu, haliyle kimin kısır olduğu belli değildi oysa ama o fesatlar öyle eminlerdi ki kusurun Zehra’da olduğuna.

Canını yakmak isterdi densizler “Muratlansaydın sen de artık, karta kaçtın iyice bak kız!”

Büyüklük onda kalırdı hep, dudağının kenarına sıkıştırdığı zoraki bir tebessümle “Kısmet inşallah!” derdi, başka da bir şey demezdi.

Zehra Teyzenin arka bahçesindeydik yine o gün. Yazdan kalma bir gündü hava sıcak, ağustos böcekleri çınlayıp duruyordu tepemizde. Çitle ayrılı yan bahçeye girmiş, zümrüt yeşili böcekleri topluyorduk devedikenlerinin içinden. Elif burnunu çekmekten usanmış, afiyetle yalıyordu arada bir. Kör Hatice’nin köpeğiyle Zehra’nınki yanımızdaydı her zamanki gibi, suç ortağımızdı onlar, bir gelen olursa havlayarak haber verirlerdi bize. Kulaklarını dikti birden köpekler, şaşkınlıkla etrafına baktı, havlamaya başladı sonra biri, arkasından da öteki. Bir şey yaptığımız da yoktu oysa, uslu uslu her çocuk gibi böcek topluyorduk o kadar ama can havliyle havlamaya başlayınca Çomar, eğildiği yerden doğrulup köpeğin havladığı yere doğru baktı herkes. Gelen- giden yoktu, aralamadı fazla ikinci bir yaygara Zehra Teyzenin avlusundan duyuldu, bağırıyordu Zehra, yardım istiyordu.

Önümüzde Çomar, arakasında hepimiz avluya doğru seğirttik, düşürüp kırdığı aynayla yerde yatıyordu Hasan amca.

“Koşun!” Dedi Zehra “Koşun haber verin, hastaneye yetiştirelim!”

 Kalp krizi dedi doktorlar, ameliyata aldılar hemen, tam bir hafta yoğun bakımda kaldı Hasan Amca, çıktığında ise artık, eski Hasan Amca değildi, felç olmuş dediler yürüyemiyordu, hafızası da zayıftı artık bizi bile unutmuştu.

Deve dikenlerinin içinden topladığımız böceklerinki gibi zümrüt yeşili gözlerinin ışığı söndü Zehra Teyzenin o günden sonra, yürüyen bir üzüntüye döndü.

Çok dua ettim Allah’a, Hasan Amca iyileşişin de Zehra Teyzem yeniden gülsün diye. “Allah sevdiğine çektirirmiş kızım, çok severmiş Hasan amcayı demek.” derdi, annem. Kızardım Tanrıya hiç öyle sevmek mi olur!

Vefalıymış mahalleli, yalnız bırakmadı Zehra Teyzeyi, hürmette kusur etmediler. Her gün biri yanına gitti, oturup hastayla hasbihâl etti. Sağlığında evinin yolunu bilen olmazdı oysa ama dost kara günde beli olurmuş denildi. Gelen- giden umurunda değildi Zehra Teyzenin, ortalık ta öylece dolanan, gelene çay taşıyan bir üzüntüydü o, o kadar.

Bir rutine bindi zamanla o ziyaretler. Pazartesi günleri elinde bir kasa domates biber, meyve ya da sebzeyle manav Avni Amca ziyarete giderdi Hasan Amcayı, Hasan çok severdi der, muzu hiç eksik etmezdi.

Salı günleri kasap Mahmut’un günüydü, alenen götüremezdi pirzola, döş, biftekleri, saman kağıdına sardığı paket için “Bir şey değil canım, ite kemik işte.” derdi.

Çarşamba günleri şoför Fuat Abinin günüydü, her Çarşamba tıraşını olur, bayram ziyaretine gider gibi takım elbisesini de giyer büyük bir itinayla yerine getirirdi görevini.

Perşembe günleri muhtar amcanın günüydü, her seferinde imzalatması gereken bir sürü evrakla gelirdi Zehra’nın evine.

Cumaları Hacı Amcanın ziyaret günüydü, hiç erinmez her Cuma Kuran okumaya giderdi Hasan amcanın hatırına, günahları af folsun der, saatlerce okuyup üflerdi.

O da annem gibi “Allah sevdiği kuluna çektirirmiş bacım, meraklanma hiç günahı kalmayacak inşallah Hasan kardeşimin.” Derdi.

Cumartesi günleri Polis Şevki’nin günüydü, her seferinde ne mazeret uyduracağını bilemezdi de Şevki Amca, karısı da hır çıkarınca günü gününe gidemezdi.

Pazar benim günümdü, kimseyi kabul etmezdi pazarları Zehra teyze, her zamanki gibi ahşap saplı tarağını ıslatır, keçeleşmeye yüz tutan kınalı saçlarımı tarardı. Eskisi gibi değildi artık elleri, hoyrattı, acıtırdı. İpek’im derken ipek gibi yumuşacıktı önceden sesi, ağlamaktan o da yoruldu, kalınlaştı, çatladı.

“Benim kızım olsana sen İpek.” Demezdi artık eskisi gibi, Hasan Amcayla beraber felç oldu onun da kalbi, yaralandı örselendi.

Zehra teyzeyi ziyaret giden erkeklerin karısı huzursuzdu, ya Zehra’ya tutulursa? Kocasına derdini anlatamayan kadınlardı onlar ya hiddetlenip vurursa!  Daha da kötüsü anasının evine yollarsa! Diğerleri de korkuyordu ya kendi kocalarını da yoldan çıkarsa? Zehra Teyzeyi ziyarete giden erkekler hoyrattı, korkusuz, kötü, hovarda. Diğer bütün erkekler imreniyordu onlara ama onlarda o cesaret ne gezer..

Eve gidiyorduk Çomarla bir gün, Zehra teyzenin evine. Diğer herkes gibi annem bize gelmesinden hoşlanmıyordu artık onun. Gönülsüz konuşurdu geldiğinde, sezinleyince Zehra bunu, o da artık gelmez oldu, üç- beş seveni vardı Zehra’nın kocası yatağa düşünce onlar da dostluğuna mesafe koydu. Umurunda değildi ki kimse, şu dünyada en sevdiği insanı, yine çok sevdiği Allah’ı kötürüm etmiş, yataklara düşürmüştü ya gerisi küsmüş ne yazar.

Akşam üstüydü, ikindi ezanın sesi geliyordu camiden, kadınlar yine toplanmış Zehra’nın günahına giriyordu bodoslama. Çomarı önüme katmış, onun yoluna düşmüşken Kadın Ananın evinin köşesinde karşıma çıkıverdi birden. Bir şey olmuş olmalıydı, değilse bu saatte hayatta gelmezdi çeşmeye.

“Hasan!” dedi, “Hasanım!”  “Dün öğleden sonra canını teslim etti aslanım!”

Haber verdikten sonra da gerisin geri evine döndü, kapısını kapatıp yasını tutmaya koyuldu. Üç gün boyunca ne dışarı çıktı ne de içeri birini aldı Zehra Teyze, sesini koyup dur- durak bilmeden, yemeden içmeden, gece-gündüz ağladı.

Kapısında bekledi adamlar, cenazeyi almak istedi “Olmaz!” Dedi.

“Yazıktır eziyet ediyorsun Hasan’a, bırak da toprağına kavuşturalım bedenini, toprağa vermezsek huzura ermezmiş ölülerin ruhu.” Öyle dedi Hacıanne. Acı çeken, fısıltı gibi bir sesle;

“Vedam bitsin, kendi ellerimle gömeceğim onu.”  Dedi.

Ertesi günü kapısını açıp beni yanına çağırdı Zehra Teyze, bir solukta yetiştim. “Git, Hacıanneyi çağır.” Dedi.

 Nefes umutmuş meğer, Hasan’ın soluğu kesilince bütün umutları tükenmişti. O gün öğleden sonra, uluyup duran köpeklerin eşliğinde toprağa verdik Hasan Amca’yı, çocukların başını ben, köpeklerin başını Çomar çekti.

Üç hafta geçti üstünden, kimse uğramaz oldu Zehra Teyzenin evine, pazarları benim günümdü, hiç aksatmadan devam ettim ziyaretlerime. Hovarda erkeklerin karıları rahatlamıştı, dönmüştü artık kocaları evine.

Bir öğle sonrasıydı yine, ikindi namazı için abdest alıyordu birkaç yaşlı camide. Kadınlar da aynı yerde günahın dibine vuruyordu her zamanki gibi. Zehra teyze göründü yine köşede, ağır adımlarla yaklaşıyordu çeşmeye, çamaşır suyuna yatırılmış gibi bembeyaz olmuştu sarı güzel saçları tam üç günde, lüle lüle değil bir avuç solmuş mısır püskülü gibi savruluyordu ensesinde. Konuşanlar sustu, pür dikkat kesildi herkes. Bir seyyar satıcı geçmeye başladı o sıra yoldan, gerginliğin oluşturduğu sessizliği onun haykırışları doldurdu.  Nefesini tutmuş Zehra’nın ağzından dökülecek kelimeleri bekliyordu herkes. Seyyar geçinceye kadar bekledi Zehra, sonra derin bir sessizliğe büründü meydan yeniden. Cami avlusuna beş adım kala, büyük bir heybetle dikildi Zehra, karnına götürdü elini, önündeki şişkinliği okşadı.

“Hürrem! Hürrem!” Dedi.

“Kocana olduğu gibi ilet Hürrem, kısır değilmişim bak ben!” Diyerek gebe karnını açıp gösterdi. Hacıanne yoktu meydanda o zaman, annem de yoktu. Hürrem’in dudaklarının hiddetinden nasıl titrediğini, öfkeyle yerinden kalkıp Zehra Teyzemin üstüne nasıl yürüdüğü, onu saçlarından tutup nasıl yerlere savurduğunu ben sonradan anlattım onlara.

Hürrem fena paraladı onu, gerçi o da geri kalmadı, yerde bulduğu bir taşla Hürrem’in kafasını yardı.

Camide namaza duran adamlar gelip ayırdı kavgayı, Hoca Efendi esefle kınadı bunları

“Tövbe tövbe! Allah’ın evinde utanmıyor musunuz hiç böyle!”

Hacıanne sahip çıktı Zehra’ya, hayırlı bir kısmet bulup, baş-göz etti en sevdiğim arkadaşımı, bir sandık çeyizini yanına alıp uzak şehirlerden birine gelin gitti. Gitmeden önce saçımı taradığı ahşap tarağı bana hediye etti.

“Kız olursa eğer, senin adını vereceğim karnımdaki bebeğe.” dedi. Meğer ne büyük yeri varmış şu altı yıllık ömrümde, kocaman bir boşluk bıraktı onun gidişi içimde.

  Yokluğuna uzun süre alışamadım, kapı-duvar olan evini avlusuna gidip gizli gizli ağladım, pencereden kafasını uzatıp İpek’im benim dediğini düşledim, özledim, Zehra Teyzemi çok özledim.