Bu sandalda hep birlikteyiz. Sandal lafına kimse alınmasın, bu küçücük adadan transatlantik çıkacak değildi herhalde… Bu meselede sağ, sol, falan filan diye bölünmenin alemi yok. Dahası, bu işin Türkü, Rumu bile kalmadı artık. Batarsak hep birlikte batacağız. 

Bizim nesil İngiliz bayrağı altında doğdu. Kıbrıs Cumhuriyetinde emekliyorduk. Sonra acılar dönemi geldi, tam on bir yıl. Bekledin de gelmedin, bir gece ansızın gelebilirim türküleriyle, kuyruklarda kurtlanmış nohut, makarna bekleyerek, yollarda kaybolan insanlarımıza ağlayarak geçen on bir yıl. 

Sonra Yunanistan desteği ve kışkırtmasıyla Rumlar delilik yaptı. Bugün kendileri de kabul ediyorlar yaptıkları deliliği. Faturayı da ödediler, Türkiye 1974 çıkartmasını yaptı. 
Sonra, ardı ardına bir sürü saçmalık yaşadık. Yok otonom yönetimmiş, yok federe devletmiş… Nihayette Ankara’daki durumdan de yararlanarak, 1983’de yeni seçilen Turgut Özal’a nanik çekercesine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan eder gibi yaptık, Türkiye de bizi tanır gibi yaptı… 

Yıllar geçti, ne gerçekten KKTC ilan edilebildi, ne de Türkiye KKTC’yi gerçek anlamda tanıyabildi, devletten devlete ilişki kurabildi. “Eşitler arası ilişki” talebini unuttuk. Öncelikle Kıbrıs Türkü bu durumu doğru perspektife oturtacak cesareti gösterebilmeli, mesela polisini, itfaiyesini artık kendi kontrolüne alabilmelidir. 

Yok, Türkiye’ye tabii ki hakaret etmek istemiyorum, şükran duyuyorum bugün hayatta kalabildiğimize, Türkiye’ye bile sitem edebildiğimize. Nerelerden geldiğimizi unutmamak lazım. Ama Ömer Seyfettin’in “al diyetini” dediği o meşhur hikayesindeki noktaya da zorla getirilmemeli bir halk; bilmem anlatabildim mi? 

Şimdi, bu durum rastgele mi öyle oldu, planlandı mı? Birileri bir yerlerde “biz bu Kıbrıs Türkünü bıktırsak, her şartta ve her sunulacak çözüme evet der hale getirsek” diye bir hesap mı yaptı. Ondan dolayı mı bu öteleme, itme, aşağılama, onur kırıcı davranma? Var bir sebebi değil mi, rastgele olmaz böyle şeyler. Bıktı mı sahiden Ankara’daki egemenler her dış platformunda, hatta ikili ilişkiler konuşulurken bile Türk diplomasisinin önüne öcü gibi Kıbrıs sorununun gelmesinden. Haklı mı çıktı yoksa James Callaghan “Siz Kıbrıs’ı esir aldım zannediyorsunuz ama aslında Kıbrıs sizi esir aldı” değerlendirmesinde? 
Vesselam, Türkiye çözüm istiyor, sebebi ne olursa olsun. Çözüm istiyor da hangi çözümü? İşte püf noktası orada! 
Türkiye’de hiçbir siyasetçi, hele de mevcut durumda var olma mücadelesi veren siyasi ekip bir de önüne Kıbrıs faturası gelmesini göze alamaz. Ondan dolayıdır ki eskiden beri süregelen “Hiçbir şart ve koşulda Kıbrıs’ın tamamında veya bir kesiminde düşman idaresi kabul edilemez” diye özetleyebileceğimiz temel dış politika desturu bir şekilde “Türkiye Kıbrıs Türk halkının kabul edeceği anlaşmayı kabul edecektir, ona uyacaktır” şekline dönüştürülmüştür. 

Bu siyaset hem teslimiyeti, Kıbrıs Türkü üzerine baskıyı hem de siyasi gerçekliliği sergilemektedir. Kıbrıs Türkünün kabul edeceği, referandumda büyük bir oy oranıyla “evet” diyeceği bir anlaşmaya ne Türk halkı ne de Türkiye’deki muhalefet fazla bir şey diyebilir. Oysa Kıbrıs Türkünün kabul etmeyeceği bir anlaşmayı dayatmak Türk siyasetindeki tüm dengeleri – ne kadar kaldıysa – tamamen berhava edebilir. 
Şimdi “sandal” derken nasıl da “gemiye” geldik? Ama Türkiyesiz Kıbrıs’ı konuşmak, bazıları kızacak ama, adada tek Türk olmasa bile mümkün değil. Dolayısıyla çözüm hem Kıbrıs Türk halkı tarafından “kabul edilebilir” ve “desteklenebilir” olmalı, hem de Türkiye’nin temel stratejik çıkarlarına ters düşmemeli. Demek ki sadece “Kıbrıs Türkünün referandumda desteğini alabilecek anlaşma” yetmiyor. 

Yunanistan ile Kıbrıs Rumları arasındaki ilişki tabii ki bu “anavatan ve yavrusu” ilişkisi gibi değil. Onların arasındaki ilişki eşitler arası olmasa bile, ona yakın. Bunda Kıbrıs Cumhuriyeti olmanın tabii ki katkısı var ama esas neden herhalde 1974’deki ağır travmanın Kıbrıs Rumları açısından Yunanistan ile ilişkilerini yeni bir arya oturtabilmesi, nispeten karşılıklı saygı, sevgi ve müttefikliğe dayalı yeni bir ilişki düzeyi geliştirebilmeleri var herhalde. Yunanistan Kıbrıs Rumlarına hiçbir konuya dikte edemez; buna niyet bile edemez. 

Doğru, rahmetli Bülent Ecevit’in Yunanistan’a geri gelmesini sağladığı demokrasi kültürü de var bu işin içinde… 
Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum liderlerinin temsilcilerinin çapraz ziyaretlerini belki de bu çerçevede değerlendirmek daha doğru olacak, öyle değil mi? Yarım yüzyıldan sonra gerçekleştirilebilen bu ziyaretler bir anlamda Kıbrıs Türk liderliği temsilcisi Kudret Özersay’ın dediği gibi zaman kapsülünün kırılması, zamanın reaktife olması, tekrar akmaya başlaması gibi bir şey. 

Kıbrıs Türkleri – Yunanistan açısından bir önceki resmi temas Ekim 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluş görüşmeleri çerçevesinde rahmetli liderimiz Rauf Denktaş tarafından yapılmıştı. O Atina ziyareti devlet yapan görüşmelerden bir tanesiydi. Kıbrıs Rumları-Türkiye ilişkileri açısından ise bir önceki temas Başpiskopos Makaryos’un Kasım 1962’de Ankara’ya yaptığı ilk ve tek resmi ziyaretti. O Ankara ziyareti de devlet yıkan süreci başlatan bir temas idi çünkü Makaryos Ankara’ya bugün bile hala daha görüşmekte olduğumuz güç paylaşımı hususlarını, meşhur 13 maddede anayasa değişikliği önerisini getirmişti. Makaryos “devletin etkin çalışması” için Kıbrıs Türk yetkilerinin tırpanlanmasını, Kıbrıs Türklerinin imtiyazlı azınlık olmayı kabul etmelerini talep ediyordu… Ne dersiniz, mevcut Rum lider NikosAnastasiadesdahil tüm Rum liderler de aynı şeyi söylemediler mi? 

Benimle konuşmasında Özersay açıkça söyledi. Bu çapraz görüşmeler ufak tefek değişiklerle devam edecek, belki birlikte veya ayrı ayrı ziyaretlerle İngiltere de sürece dahil edilecek. Konuşmadan bir sorun çıkmaz, sesin kesilmesi kötü. Varsın Özersay Yunanistan’a “Kıbrıs Türkü üzerindeki izolasyonun kaldırılması” talebinde bulunup, gülücük alsın, ister Rum görüşmeci Mavroyannis “İyi niyetinizi gösterin Maraş’ı bize verin” naif önerisiyle Türk Dışişlerinde suratlarda geniş gülümseme yaratsın. Konuşmak güzel çünkü alternatifi çok acı. 
Peki bu süreç bir yere varır mı? Varır. Eğer Rum kesiminde siyasi irade varsa elbette ki varır. Konuşulmayan ne kaldı ki? Bütün başlıklarda her iki taraf da diğerinin pozisyonunu gayet iyi biliyor. Dahası her iki taraf da anlaşmanın ver-al ile olacağını, yani uzlaşma gerektiğini biliyor. 
Türk tarafı açıkça “ben hazırım” diyor acı uzlaşmaya. Bıçak kemiğe dayanmış. Bu durum süremez diyor. Atina’daki görüşmede de, Ankara’daki görüşmede de açıkça masaya asker çekmekten, toprak tavizi vermekten, çözüm için acı hapın içileceğinden ve bu konuda kararlılık olduğunun altı çiziliyor. 
Rum kesimi zorda. İktidar alaşağı olmuş, Papadopoulos faşistinin yavrucağızı çekmiş gitmiş iktidardan. Güvenilmez ama sosyalist Akel zaten oldukça zamandır flört halindeydi Anastasiades ile. Haftaya, bilemedin ondan sonraki birkaç günde ya koalisyon ama büyük olasılıkla Akel dıştan destekli DİSİ azınlık hükümeti işbaşına gelir. İyi de olur. 59 sandalyeli mecliste 39 üyelik çoğunluğa dayanan, halkın %65’den fazlasının desteğine sahip bir hükümet her alanda adım atabilir. Bırakalım Rum tarafı kendi evini temizlesin, biz kendi işimize yoğunlaşalım. 
Bir kere gün bölünme, siyasi hamaset yapma günü değil. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, görüşmeci ekibi, hükümet açıklığa önem vermeli, kamu diplomasisinin farkına varmalı ve kullanmalı. Halktaki meşru “Türkiye bizi satıyor mu?” endişesi giderilmeli. 
Nihayette hepimiz aynı sandaldayız. 
Yarın yine tartışır, didişiriz, bugün birlik, uzlaşma zamanı…

(Star Kıbrıs'tan)