Geçen hafta, Cengiz Dağcı'nın Türkiye'ye gelmek için Londra Büyükelçiliğimize başvurduğundan, fakat vize alamadığından söz ettiğim yazıyı şöyle noktalamıştım: "Cengiz Dağcı, son defa Eylül 1942'de gördüğü ata yurdunda toprağa verilmesini sağlayan Türkiye'yi bağışlamış mıdır dersiniz?"

Bana sorarsanız, "Evet" derim, "bağışlamıştır!" Tam yetmiş yıl sonra dönebildiği ata yurdunda, sevenlerinin omuzlarında yol alırken ve doğduğu Kızıltaş köyünün Karadeniz'e bakan, üzüm bağlarıyla kuşatılmış Müslüman mezarlığında toprağa verilirken, eminim, son derece mutlu ve gururluydu; çünkü kendisini gurbetten alıp ata yurduna uçuran ve iki yüz kişilik seçkin bir heyetle son yolculuğuna uğurlayan Türkiye artık 1940'lardaki gibi, kendi iç meselelerine gömülmüş, sözü geçmeyen, umursanmayan, fakir ve âciz bir ülke değil!

Evet, Ankara'dan havalanan uçakta aşağı yukarı iki yüz kişiydik. Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, telefon diplomasisiyle Yurdunu Kaybeden Adam'ın naaşının Londra'dan İstanbul'a, İstanbul'dan Kırım'a nakledilmesini sağlamış ve birkaç gün içinde siyasetçi, bürokrat, ilim adamı, şair ve yazarların yer aldığı kalabalık bir heyetle yola koyulmuştu. Heyette kimler yoktu ki? Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, eski bakanlardan Hasan Celal Güzel ve Mehmet Sağlam, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, İlber Ortaylı, Nevzat Kösoğlu, Yavuz Bülent Bakiler, Rasim Özdenören, Nazlı Eray, Cahit Koytak, Mümtaz'er Türköne, Hakan Kırımlı, Zafer Karatay...

Yol boyunca, eminim, herkes Kırım'ı, Kırım'ın 1774 yılında Kaynarca Muahedesi'yle başlayan makûs talihini konuştu.

1475 yılından beri Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan Kırım, bu muahedeyle sözde bağımsızlığını kazanmıştı. Gerçekte ise Çariçe II. Katherina'nın niyeti uygun şartlar oluşur oluşmaz Kırım'ı Rusya'ya ilhak etmekti. Bunun için bağımsızlık taraftarı Mirzaları ustalıkla kullanmış ve Şahingiray gibi bir de müttefik bulmuştu. Ancak önünde büyük bir engel vardı: Osmanlı'ya bağlı halk ve ulema...

Osmanlı Devleti, 1777 yılında han ilan edilen Şahingiray'ın hanlığını meşru saymadığı için menşur ve teşrifat göndermedi, onun yerine anlaşmadan doğan haklarına dayanarak sabık hanlardan III. Selimgiray'ı han ilan etti. Ancak Rusların Şahingiray'dan vazgeçmeye niyetleri yoktu; bunun için onu korumak amacıyla yanına bir miktar Rus kuvveti verdiler. Kırımlılar, yaşama tarzı yüzünden diş biledikleri Şahingiray'ın Ruslarla bu içli dışlılığından rahatsız olarak Saray'a büyük öfkeyle saldırdılar. Bu, Rusların arayıp da bulamayacakları bir fırsattı.

Böylece başlayan ve beş yıl kadar süren büyük mücadele, Kırım'ın General Potemkin kumandasındaki yetmiş bin kişilik ordu tarafından işgal edilip hanlık rejiminin sona erdirilmesiyle sonuçlanacaktı.

Kırım'ın Ruslar tarafından işgal edildikten sonraki tarihi büyük göçlerin ve acıların tarihidir. Göçler, ilhakın birinci yılında başlamış ve yüz binlerce Kırım Türk'ü aç ve sefil yollara dökülmüştü; çünkü toprakları müsadere ediliyor, kendileri de hazine köylüsü, yani köle olarak yeni sahiplerine intikal ediyordu. Kölelikten kurtulmanın tek yolu, Türkiye'ye göçmekti.

Osmanlı arşiv kaynaklarına göre, 1800 yılına kadar devam eden göçler sırasında 500 bin Kırım Türk'ü yurdundan ayrılmış, bunlardan ancak 300 bin kadarı Türkiye'ye sağ salim ulaşabilmişti. Rusların amacı Kırım'ı tamamen boşaltmaktı; bu politikayı Kırım Harbi sırasında daha acımasızca uyguladılar ve Çar'ın emriyle Türkleri Rusya'nın iç vilayetlerine sürmeye başladılar. Savaştan sonra ise Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma siyaseti ön plana geçti; Türk çocukları papazlar tarafından yönetilen misyoner okullarında okumaya zorlandılar.

Bütün bu politikalar, Kırım Türklerini yurtlarını terk etmeye zorluyordu. Kısacası 1783 yılında başlayan Korkunç Yıllar'da neredeyse her Kırımlı Yurdunu Kaybeden Adam'dı ve yüz binlercesi O Topraklar Bizimdi diyerek vatan hasreti çekti.

Her yolu denemelerine rağmen Kırım'ı Türklerden bütünüyle arındıramayan Ruslar, bu amaçlarını 1944 yılında, "insan kasabı" Stalin'in eliyle gerçekleştirdiler; bütün bir halk bir gecede hayvan vagonlarına tıkılarak Rusya'nın içlerine sürüldü (18 Mayıs). Cengiz Dağcı o sırada Varşova'daydı ve artık ülkesine dönmesi imkânsızdı.

Kırım Özerk Bölgesi'nin başkenti Simperefol'deki (Akmescit) Kebir Camii'nde Cengiz Dağcı'nın cenaze namazı öncesinde konuşulanları dinlerken ve naaşı Yalta yakınlarındaki köyünde, Kızıltaş'ta toprağa verilirken aklımdan hep bunlar geçiyordu.

Kızıltaş'tan ayrıldıktan sonra gittiğimiz Bahçesaray'daki Han Sarayı'nın bahçesinde, odalarında, sofalarında dolaşırken de bir zamanlar burada ikamet eden hanları, mirzaları ve bunlar arasındaki iktidar kavgalarını düşündüm. Kırım Giray'ın genç yaşta ölen eşi Dilara Bikeç için 1763 yılında yaptırdığı, Puşkin'in ünlü bir şiirine de konu olan Gözyaşı Çeşmesi'ni seyrederken, bir an zannettim ki, aslında bir selsebil olan bu çeşmenin lülelerinden damlayan sular, Yurdunu Kaybeden Adam'ların gözyaşlarıdır.