Bir gün, öğrenci yurduna geldiğimde, Nurettin’i elinde sigarasıyla oldukça düşünceli buldum. Ben ve Doğan yanına oturduk. Nurettin, Adıyaman’dan gelmiş, Doğan Ordu’dan, ben ise Gaziantep’ten. Aslında Türkiye’nin her yerinden bir sürü insan gelmiş. Hepimiz değişik kültürlerle, değişik yaşam anlayışıyla burada kültürümüze, yaşam biçimimize, duygularımıza ortak olabilecek dostlar, arkadaşlar ediniyoruz.

Nurettin’in düşünceli halini görünce; “Hayırdır ne oldu?” diye sordum. Nurettin, sigarasından bir nefes daha alıp: “okulda görüştüğümüz kız, ya seni seviyor ya Doğan’ı seviyor ya da beni seviyor” dedi. Tabii ki şaşırdım. Okulda yeni tanıştığımız bir grup var. Onlarla bazen kantinde buluşuyoruz, sohbet ediyoruz. Onlar da başka yurtlarda kalıyorlar ama henüz bir merhaba, nasılsınız aşamasındayız. Doğal olarak Doğan; “nereden çıkarttın oğlum”dedi. Nurettin: “dikkat ettin mi? Bugün biz okuldan ayrılırken, o kız üçümüzü de öptü, kesin birimizde gönlü var”dedi. Biz tabii Doğan’la koptuk. İçimizde Anadolu’nun doğallığıyla gelmiş ve dolayısıyla bu özellikleriyle üniversite bilgisini harmanlayacak o kadar çok insan vardı ki. Nurettin bana göre hayatımda tanıdığım en temiz Adıyamanlı’ydı. Yüreği öyle temiz, öyle güzel bir dost ki hala arkadaşlığım ve dostluğum sürer. Neyse ki, biz Nurettin’e batıda bunların çok normal olduğunu, bir arkadaşımızla ayrılırken öpüşmemizin, bir duyguyla ilişkisi olmadığını anlattık. Belki o gün umutlarını kırdık ama sanıyorum doğru olanı söyledik.

Zaten, bizde gönlü olan kızla sonra görüşmedik. Benim Antep’te lisede yan sınıftan olan tanıdığım Mustafa da bizim yan binada olan İşletme’yi kazanmıştı. Okul başladığında da bazen kantine gelir bize takılırdı. Bir gün “bizi sevme ihtimalini sevdiğimiz kız” ile arkadaşları kantindeyken, Mustafa kız tam oturacakken altındaki sandalyeyi çekti. Kızcağız düştü yere, ayakları havada. Beyaz pantolonu battı. Bütün kantinde gözler bizde. Çok utandım. Hemen Hz. Musa geldi, vurdu kılıcını beni yerin dibine sakladı. Olaya bir tek Mustafa gülüyordu. Kızı kaldırdık ve bir milyon özür diledik ama kar etmedi, ağlayarak çıktı kantinden. Ardından Mustafa… Bir daha gelmemek üzere.

Üniversiteye başladığımızda, İstanbul’daki en büyük öğrenci yurdu olan, Topkapı Cevizlibağ’da Atatürk Öğrenci Yurdu’na (AÖS) yerleştim. 12 Eylül sonrası öğrenci kuşağıydık ve yurdu da bir albay yönetiyordu. Yurt dediğim aslında büyük bir öğrenci yerleşkesi. On tane bloktan oluşuyor. Yüzlerce öğrenci var ama standartları açısından bakıldığında bir öğrencinin ihtiyaç duyabileceği bütün koşullar var. Yurdun yemekhanesi, kantini, sineması, masa tenisi, kapalı spor salonu, manavı, berberi, küçük minyatür futbol alanları öğrencilere açık. Türk sinemasının klasiklerinin çoğunu burada seyrettim. Ama askeri düzen vardı. Sabah saat 10’da odaları terk ediyorsun ve belli bir saate kadar da giremiyorsun. Düzenli olarak dolaplarımızda aramalar yapılıyor ve bizi anarşik olmaktan koruyorlardı.

Dedim ya, hepimiz gençlik yıllarımızı geride bırakıp yeni bir hayata başlıyoruz. Okuyup bir meslek sahibi olmak istiyoruz. Ailelelerimizin makus yoksulluk kaderinden çıkmanın tek yolu bir diploma sahibi olmak ve bu yolla ailemizin kaderini değiştirmek istiyoruz. Dolayısıyla sıkı sıkıya birbirimize sarıldığımızdan, hesapsız dostluklar oluşturduk. Nurettin ve Doğan’ın dışında grupta Antep’ten İstanbul Siyasal’a giden dostum Numan vardı. Daha sonra ‘Hasankala’nın konaklarında yetişmiş Engin geldi. Onun Erzurum’dan arkadaşları Eşref ve Deniz de gruba dahil oldular. Grupta Erzurum çetesi hakim oldu. Engin’in deyimiyle “Erzurum’luydular ama tedavi görmüşlerdi”. Taha’yı, Geredeli Osman’ı, Ufuk’u ve Gürol’u da anmamak olmaz.

Grubun daimi üyesi ise üniversiteye gittiğimde kayıt olurken ilk elini sıktığım ve bir daha bırakmadığım insan olan Sadettin’di. Ordu kökenliydi ama ailesi İstanbul’da yaşadığı için yurda girmemişti. Her gün Beykoz’dan Bakırköy-Bahçelievler’e kadar okula gelirdi. Sadettin ile okul sonrası da yıllarca kader birliği yaptık.

Yurtlara talep çok olduğundan ilk yılımda etütten bozulmuş 30 kişilik odalarda kalıyordum. Küçük bir etüt odasına ranzalar koyulmuş ve 30 tane insan sıkıştırılmıştı. Hepsi değişik üniversitelere gidiyor. Değişik çevrelerden gelmişler. Yurt sağlığımızı düşünerek geceleri gaz zehirlenmesine karşı maske dağıtıyordu. İlk yıl bu odalarda kalınca ikinci yıl 4 kişilik odalara terfi ettik. O koşullar bizi yıldırmadı. O kalabalık odada kalan bir sınıf arkadaşım, sonra ülkenin yüksek bürokratlarından birisi oldu ve şu anda da bakan yardımcısı olarak çalışıyor.

Benim kaldığım ranzanın altında İlahiyat’ta okuyan bir arkadaş kalıyordu. Onun yoga merakı vardı ama yoga yaparken bizim bugün anladığımız soğuk, sıcak gibi değişik yoga türleri bilinmiyor. Sadece klasik yoga var. Klasik yogada da bağdaş kuruyorsunuz, ellerinizi dizlerinize koyup, gözlerinizi kapatıp, saatlerce oturuyorsunuz. Alt ranzamdaki İlahiyat’lı saatlerce bütün gürültüye rağmen, gözlerini kapatıp o şekilde oturabilirdi. Özellikle sabahları otururdu. Yurtta Maraş’lı bir kat görevlimiz vardı. Bu arkadaş yogaya oturduğunda biz gider kat görevlisine haber eder; “bak seninki yine ayakta uyuyor” derdik. Hatta geceleri de öyle uyuyor diye de abartırdık. O da gelir, yoga yapan arkadaşın omuzuna dokunur: “La kalk kalk, yine ayakta mı uyuyon” derdi. Arkadaş yoganın da verdiği dinginlikle gözünü hafifçe bir açar, kat görevlisine ters ters bakar ve sessizce geri kapatırdı gözlerini. Bizim kat görevlisi “manyak mıdır, nedir?” diye söylene söylene koridorda gezerdi.

Yurdumuz erkek yurduydu. Tabii ki kadının olmadığı ortamlarda erkeklerin ne kadar sınırları zorlayacağını da tahmin edebilirsiniz.

Benim en büyük zevkim arkadaşları takip edip, ortak duşlarda onlar duştayken astıkları havlularını çalmaktı. Tabii onların duştan sonra odalarına koşuşlarını alkışlamak en büyük zevklerimden birisiydi. Hatta odalarına gidip yapılmış yataklarını bozmak, sabaha karşı uyandırıp “uyuyor musun?” diye sormak gibi aşırılıklarım onları çileden çıkarmaya yetiyordu. Tabii ki, bunun bir karşılığı da oluyor, mesela canımın her istediği zaman duşa giremiyordum. Çünkü o kadar çok düşman biriktiriyorsunuz ki, onlar da bir biçimde intikamlarını almak için elinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bir defasında yaptıklarımdan artık gına gelen arkadaşlar, beni kollarımdan ve ayaklarımdan belli bir mesafeye kadar kaldırıp yere bırakma cezası vermeye başladılar. Bazen odaya geldiğimde döşeğimin olmadığını görmek hiç sürpriz olmuyordu. Bu cezalar beni biraz sakinleştirmeye yetti.

Öğrencilik yılları biraz da insanın gençliğinin tadını çıkarttığı yıllar. Çünkü iş yaşamı dört yıl sonrasına planlanmıştır ve senin görevin sadece derslerini geçmektir. Aileden ayrı olduğun için de dört yılda kendine bir sevgi çemberi oluşturup, güzel dostlarla mutlu bir dünya yaratıyorsun. Bu dünyanın içerisinde yaşıyorsun. Benim yurt yıllarım da aynen böyleydi.

Yakın arkadaşlar olarak yüksek gelir gruplarından gelen insanlar değildik. Dolayısıyla imkanlarımız biraz kısıtlı oluyordu. Zaten yaşam beklentilerimiz de oldukça mütevaziydi. Hepimiz Kredi Yurtlar Kurumu’ndan üç ayda bir, kredi alıyorduk. Okul bitince ben yurtdışına çıkınca geri ödemesini unuttum. Yıllar sonra Hasan abime ‘benim o kredi borcumu benden hiç talep etmediler’ dediğimde, Hasan abim ‘krediye kefil olmuş bir salak ödemiştir’ diye şaka yaptı. Anladım ki beni bulamayınca kefilim olan Hasan ağabeyimi bulmuş parayı ondan almışlar ve o da bana hiç söylememiş.

Nedense anlaşmış gibi bu para bizim genel olarak çiçek pasajına gidip içmemize ayrılmıştı. Çiçek pasajına gittiğimizde grubun baş müdavimi ağzına zerre kadar içki sürmeyen Numan’dı. Tabii içimizde içki içmeyen birisinin olması büyük bir avantaj. Çünkü içtikten sonra hem bizi toparlayıp yurda götürür hem de garsonların bize kazık atmasını engellemek için sürekli masadaki mezeleri takip edebilir diye düşünürdük. Ancak maalesef öyle olmuyordu. Sonra biz bir baktık ki mezeler kısa sürede bitiyor. Numan masanın bir köşesine oturuyor, içmediği için de sürekli mezelerden götürüyor ve bize kalmıyordu. Yaptığı kontrolden daha çok meze tükettiğinin farkına vardık. Ayrıca biz kafaları bulup yolda naralar atarken, Numan sanki bütün içkileri içmiş de sarhoş olmuş gibi, en aşırı davranışları o yapardı. O entelektüel, her şeye mantıklı açıklama yapmaya çalışan Numan gider, yerine bambaşka bir adam gelirdi ve biz onun o hallerine bayılırdık. O haşarılık yaptıkça biz yerlere yatardık. Hatta bir defasında onun aşırılıkları yüzünden Beyoğlu’nda polisin sıra dayağına bile maruz kalmıştık.

Bu içki sofralarımızın en tehlikeli adamı Eşref’ti. Bir kaç kadeh attıktan sonra en yakın olana bir tokat atardı. En çok da garibim Taha bu tokatlara maruz kalırdı. Taha bizden alt sınıftaydı. Erzurum kontenjanından gruba dahil olmuştu. En küçük olunca da her ayak işi ona, özenle ve acımasızca yaptırılırdı. Gecenin yarısı biten şarabı yurdun arka tarafındaki tel örgüden geçip gidip Zeytinburnu’ndan alıp gelmek onun göreviydi. Bizden gençti ve üniversite eğitimini tamamlamak işini kendimize görev edindiğimiz için, zor görevlere hep onu yazardık. Anlaşılan Taha bizim verdiğimiz eğitimden çok memnun kalmamış ki okulu bitirdiğinde soluğu İngiltere’de aldı ve bir daha da dönmedi.

İçtiğimizde Nurettin ufak ufak ‘Oy Aman Aman, Burası Adıyaman, Alem Düşman Kesilir, Seni Sevdiğim’ zaman türküsünü mırıldanırdı. Ben de onlara Barak türküleri söylerdim. 35 yıl olmuş ne zaman Adıyaman türküsünü duysam aklıma hep Nurettin gelir.

Nurettin’le bir de köprü altı maceramız var ki hala unutamam. Bir gün yine Beyoğlu’nda kafaları çekmişiz, otobüse bindik yurda gidiyoruz. Ama hiç gidecek durumda değiliz. Unkapanı köprüsünde indik otobüsten yoksa ortalığı mahvedeceğiz. Köprünün altında bir çimene uzanıp biraz kendimize gelelim dedik gecenin bir yarısı… Sızmışız. Sabah kalktığımızda her tarafımız tutulmuştu. Yan parselde bizden önce uyanmış iki şarapçı mesaiye başlamışlar bile. Şişeyi bize uzattılar. Kibarca, yok dedim. Öyle ya, köprü altı kardeşliği kurulmuştu bile. Artık aynı şişeden içecek kadar samimiydik. İlk köprü altı deneyimimizi yaşamıştık. Halimize söylene söylene, yurda geçtik. Dostluklar aslında yaşanmışlıklardır. Belki de sarhoş bir günde, bir köprü altında birlikte birlikte üşeyebilmektir.

Deniz okula şık gitmeyi severdi. Ama yurda gelince elbiselerini çıkartır üzerine dünyadaki bin rengin bulunduğu, kilometrelerce uzaktan parmağınızla gösterebileceğiniz kadar cartlak bir kazak giyerdi. Hep aynı kazağı giyerdi. Bu kazak artık yurtta sembol olmuştu. Bazen değişik şeyler giymesini öneriyorduk ama Deniz yurtta ısrarla aynı kazağı giymeye aylarca devam etti. Uyarılarımızı dikkate almayınca, hemen eylem kararı aldık. Onun odasında olmadığı bir saatte, dolaptan tarihi kazağı çıkartıp, parçaladık. Öyle bir parçalama ki tek tek ipliklerini sökmüşüz. Bütün parçaları odanın içersine dağıtıp, bir de bunları tek tek toplama cezası verdik. Odaya girince bize klasik küfrünü yaptı, “oğlum siz adisiniz”. Hayır bunu söylemesine zaten gerek yoktu, biz biliyoruz ne olduğumuzu ve halimizden memnunduk. Bütün yurdu Deniz’in bu kazağından kurtardığımız için uzun süre tebrik mesajları aldık. O günden beri, yurtta o gün hala “kazak parçalama günü” olarak kutlanır.

12 Eylül sonrası olduğu için yurdun müdürü emekli bir albaydı. Her gün yurdun görevlilerini içtimaya çekerdi. Bir gün, yurdun bitişiğinde bulunan apartmanlardan bir grup aile, öğrencileri müdüre şikayete gelmişler. ‘Gençler kızlarımıza bakıyor, el kol hareketi yapıyorlar’ demişler. Albay; ‘ben burada yüzlerce erkekle uğraşıyorum. Kendim yurdun içinde gezerken elim arkamda geziyorum. Benim yüzlerce erkeği kontrol etmemi nasıl bekliyorsunuz? Siz bir kızınızı kontrol edemiyor musunuz?’ demiş ve göndermiş hepsini.

Öğrencinin en büyük sıkıntısı hep para olmuştur. Çalışmıyorsanız ailenize bağımlısınız ve onların geliri sizin talep edeceğiniz paranın oranını da belirler. İçimizde çoğumuzun ailesinin gelir düzeyi çok yüksek değildi. Erzurum’un Hasankala konaklarında büyümüş Engin’in babası ticaretle uğraşıyordu. Onun durumu biraz daha iyiydi. Bir de Gerede’li Osman’ın ailesi deri işleri ile uğraşırdı ve evlerinde Sony Triniton televizyon vardı. Her sohbetine ‘ bir gün evde uzaktan kumandalı Sony Triniton televizyonun karşısında oturuyorum’ diye başlardı. Bu nedenle bütçelerimizi çok idareli kullanır ve bazen çalışarak takviye ederdik. Bazı günler okulun ucuz yemeklerinden yararlanabilmek için saat 11’de yemekhane açılır açılmaz kahvaltı niyetine yemek yer ve saat 2’de de yemekhane kapanmadan yeniden sıraya girer bir yemek daha yerdik.

Hafta sonları Hulusi amcalara giderdim. Orası sığınağımdı. Hep aç giderdim. Aç mısın dediklerinde, Hulusi amca hemen çıkışırdı; ‘Sormayın, bize biraz et kızartın, bir kadeh de rakı getirin’ derdi. Oturup eşkiyalık hikayeleri üzerine sohbetler eder, kağıt oynardık. Hulusi amca hem baba dostu hem de abimin kayın babası. Başka akrabalar da vardı ama nedense ben en çok Hulusi amcalarda rahat ederdim. Bütün aile hep candandı. Bazı geceler orada kalırdım. Yerleri dardı ama beni yine de sığdırırlardı koca yüreklerine. Hulusi amca Yaşar Kemal’in hikayelerine konu olmuş, eski bir eşkiya. Yetmişinin üstündeydi. Arapça okur yazardı. Eşkiyalık hikayelerini yazardı. Bıyıklarını eski Osmanlı paşaları usulü yukarı burardı. Cebinde hep altın kaplama bir silahla gezerdi.

Mahmutpaşa’da yedi çocuğunun çalıştığı, eniştesiyle ortak bir tekstil atölyesi vardı. Bazen oraya uğrar yardım ederdim. Bazı haftalar bana da küçük bir harçlık verirlerdi.

Parasız kaldığım bir gün, atölyeye biraz borç istemek için gittim. Biraz yardım ettim ama utandım para isteyemedim. Çıktım atölyeden yağmur yağıyor, şemsiyemi açtım, kafamda bin soru koyuldum yola. Kapalıçarşı’nın Mahmutpaşa kapısından girdim, dalgın dalgın Beyazıt kapısına kadar yürüdüm. Kapıya geldiğimde yağmurun devam ettiğini görünce, şemsiyemi açmak için davrandım. Bir de baktım ki şemsiyem zaten açık. Yolda bana bakıp gülümseyen insanlar dikkatimi çekmişti ama nedenini anlayamamıştım. Kapalıçarşı’yı boydan boya şemsiye ile geçen ilk kişi olarak kapıya benim ‘şemsiyeli adam’ heykelimi diktiler.

Öğrencilik yıllarında paranızı paylaştığınız dostlarınızla kardeşleşme süreci yaşarsınız. Kimde varsa onu paylaşırdık. İnanın 35 yıl olmuş hala öyleyiz. Bütün dostlarım çok güzel şeyler yaptılar ve onların varlığından hep güç aldım.

Dönem dönem çalışırdık. İşportacılıktan anketörlüğe bir çok işte çalıştık. Eşref ve Deniz’in kafaları bize göre ticarete daha çok çalışırdı. Eşref uzun bir süre okulda fotografçılık yaptı. Biz ona ‘Foto Fırtına’ derdik.

Hele ki bayramlarda kartpostal satış maceramız var ki; hayatımın derslerini içerir. Eşref ve Deniz ile şu anda Vali olan arkadaşımız belediye ile görüşüp bayramda Beyazıt, Eminönü, Üsküdar meydanlarında kartpostal satmaya başladılar. Çok iyi para kazanıyorlardı. Bir sonra ki bayramda, bana da tezgah açtılar. Beyazıt’ta Marmara çarşısının önünde tezgahı kurduk. O dönem Beyazıt’ta bir Arap turist yoğunluğu vardı. Tezgahın arkasında bir kasetçi var, gece gündüz ‘ I love you, I love you, Do you love me, Yes I do’ parçası çalıyor. O parça İngilizcemin gelişmesinde tarihi bir rol oynamıştır.

Tezgahta kartpostal dışında büyük artist posterleri de satıyoruz. Arap turistler, özellikle İran’lılar sürekli kadın posterleri istiyorlar. En çok talep gören Samanta Fox isimli iri göğüsleri olan bir kadının posterleriydi. Onar onar alıp, Allah’tan gizli kendi ülkelerine götürüyorlardı. Bu posterlerden iyi para kazanıyorduk.

Bir gün akşam saatleri Beyazıt kütüphanesinin önünde ki tezgahtayım. Bir turist yaklaştı; ‘burada döviz bürosu bulunur mu?’ dedi. Var ama hepsi kapandı dedim. Adam ‘yeni geldim ve otele para ödemem lazım acil sterlin bozdurmam gerekiyor, nasıl yapabilirim’ diye sordu. Bir şey öneremedim. Çok çaresiz görünüyordu. Bana ‘sen bozabilirmisin?’ diye sordu’. ‘İstersen daha düşük kurdan boz’ dedi. Ben de olur diyip 50 sterlin karşılığını adamın eline saydım ki o dönem 50 sterlin bir kamyon para ediyordu. Yarın dövizciden parayı bozdurup verdiğimden daha fazlasını alacaktım. Günü kurtarmıştım. Ancak yurda gittiğimde paranın sahte olduğunu farkettim. Dolandırılmanın dayanılmaz hafifliğiyle o gece rahat bir uyku uyudum.

O yıllarda benim için önemli bir şey de Pınarhisar ziyaretlerimdi. Ben üniversitedeyken Hasan abim trafik polisi olarak Kırklareli Pınarhisar ilçesine atandı. Çok sevinmiştim. Hafta sonları gittiğim bir sığınağım daha olmuştu. Hafta sonları Esra’m cama yapışır dört gözle beni beklerdi. Orada güzel dostluklar kurmuşlardı. Zaten tek caddesi olan küçük ama sıcacık bir ilçeydi. Lütfiye gideceğim zaman sofraları donatırdı. Bazen beraber pazara giderdik. Benim aşırılıklarımı Lütfiye ‘gel beni rezil etme’ diye kontrol ederdi o kadar uyum sağlamışlardı ki; Hasan abim tam bir Trakyalı olmuştu. Müzik duyunca yerinde duramıyordu. Orada kaldığım hafta sonları çok mutlu dönüyordum İstanbula.

Bir yaz biraz para biriktirmek için çalışmaya karar verdim. Hasan abime ‘bana bir iş bulabilir misin’ dedim: O da ‘olur’ dedi. Tanıdığı bir inşaatçı ile konuşmuş, iş bulmuş. Artık şu küçük burjuva hayata son verip nasırlı ellerle para kazanma zamanı gelmişti.

Sabah patron geldi beni aldı. Şapkam, öğlen azığım hazır, çıktık yola. Bir patron var arabada bir de ben. Boş bir tarlanın içine doğru sürdü arabasını ve durdu. İn yok cin yok. Bir amele ve bir patron, sonsuzluğun ortasında duruyoruz. Yüz metre uzunluğunda, 3 metre yüksekliğinde, balık sırtı gibi yapılmış bir buğday stokunun üzerini naylon torbalarla kapatmışlar. Benim işim bu naylonla kaplı buğdayın üzerini toprakla kapatmak. Patron ‘ben seni akşam alırım’ dedi ve gitti o kadar. Uzun süre arkasından bakakaldım.

Tek başıma çalışacaktım. Oysa ben inşaatçı arkadaşlarımla ‘Ayağında Kundura’ türküsü eşliğinde çalışmayı düşlemiştim. Bu türkü klasik Türk sinemasının vazgeçilmez inşaat işçisi tiplemesidir. Türk sinemasında inşaat işçisi tiplemesi sektörün ayıbı olarak hep yerini korumuştur. Siz hiç bir filmde ‘Gaydırı guppak Cemilem’ diye türkü söyleyen bir inşaat işçisi gördünüz mü? Nedense Türk sinemasında inşaat işçisi doğulu, şiveli, esmer bir Kürt’tür. En aydın yönetmenin çektiği filmler bile böyledir. Buna Yılmaz Güney de dahildir. Bu yönüyle bir milleti aşağılayıcı ve ırkçıdır. ‘Türk sinemasında inşaatçı rolleri’ konusunun bir tez konusu olarak işlenmesinin önemli olduğuna o gün karar verdim.

Bu yaklaşımı kırmak için ben yeni işimde ‘Ayağında Kundura’ yerine ‘Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar’ türküsünü söylemeyi düşünüyordum. Ama olmadı. Belli ki patronum ihtiyacı olmadığı halde hatır için beni işe almış. Abimi mahçup etmemek için, var gücümle kürekle yerdeki toprağı naylonun üzerine atmaya başladım. Bütün gün aralıksız çalıştım. Akşam patron beni almaya geldiğinde, toprak ile kapattığım alanı görünce şaşırdı. Ya benden beklentileri çok azdı ya da gerçekten biraz haince yüklenmiştim kendime. Ellerimin kürekle ilk buluşması, alışamadılar birbirlerine. Eve gittiğimde baktım ki ellerim hep patlamış. Küreği nasıl kullanacağımı bilmediğim için, belimi bükemiyorum. Kol kaslarım tarlada kalmışlar ve beyin kollarla ilişkisini kesmiş durumda. Yemeği yedikten sonra sızmışım. Sabah kalkmam için daha üç gece uyumam lazım. Kalkamadım tabii ki. Abim başımda dalga geçiyor: ‘Kalk amale kalk iş seni bekliyor’ diyor. Mümkünü yok. Elim kolum şiş, kürek tutmayı bırak yürüyecek halim yok.

Böylece alternatif kariyer denemem bir küreğin zulmü ile son bulmuştu. Kim bilir o hain kürek kaç gencin kariyerine son vermişti. Ben son kurbanıydım.

İçimizde Numan hep sağduyuyu temsil eden üst akıl olmuştur. Bizim bütün haşarılıklarımıza sabırla katlanırdı. Bütün sıkıntılarını dağ gibi saklardı güzel yüreğinde. Kendisi ile ilgili çok az konuşurdu. Bize göre idealleri hep büyüktü ve hep de öyle yaşadı. Okula çok şık giderdi. Bütün dersleri özenle takip eder ve iyi kitap okurdu. Okulda herkesle bir biçimde ilişkisi vardı. Okulda katıldığımız minyatür saha futbol turnuvalarında Numan bize koçluk yapardı. Engin ise zorunlu seyirciydi. Ufuk, Deniz, Sadettin, ben ve Gürol muhteşem beşliyi oluştururduk. Babalar, Gakkolar en sıkı rakiplerimizdi. O turnuvalarda çok kupaya imza atmışızdır. Hiçbir kupa bana nasip olmamıştı. Geçen yıl, Deniz o günlerin anısına bana o kupalardan birisini hediye etti. Dostluklara verilmiş bir ödül gibi durur evimin bir köşesinde sessizce.

Kaymakam olmak için seçtiğim bölümümden kaymakam olamayacağımı öğrenmek en büyük hayal kırıklıklarımdan birisi olmuştu. Üniversite tercihlerimi yaparken gözüme Kamu Yönetimi bölümü takılmıştı. Arkadaşlar ‘mezun olanlar kaymakam oluyor’ dediler. Hemen listeme Marmara Üniversitesi, Kamu Yönetimi bölümünü yazdım. Eski ismi Şişli Siyasal olarak geçiyordu. YÖK ile birlikte Marmara Üniversitesi’ne bağlanmıştı. Okulu iyi bir puanla kazanmıştım. Artık, bir Kaymakam adayı olarak, yürüyüşümü değiştirip bürokrat havasına girmiştim bile.

Bir gün okulda üst sınıftan öğrenciler okuldan mezun olanların kaymakam olamayacığını, kaymakam olmak için Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi okumanın şart olduğunu söylediler. Sadettin ile birbirimizin gözüne baktık. Üniversite sınavına yeniden hazırlanmak gerekiyordu. Sonradan öğrendik ki yıl sonu yüksek not ortalaması tutturulursa Siyasal’a yatay geçiş fırsatı vardı. O zaman yüksek not sizin köpeğiniz olsun dedik ve yüklendik derslere. Zaten Deniz, Eşref ve Numan Siyasal’ da okuyorlardı. Yıl sonunda 85 not ortalamasıyla İstanbul Siyasal’a yatay geçiş yapmayı başardık. Doğan, Nurettin ve Engin kaldılar Marmara Üniversitesi’nde. İkinci sınıfa İstanbul Siyasal’dan devam ettik. Numan, Deniz ve Eşref orada olduğu için hiç zorlanmadık. Üstelik hepimiz de teklerde ve aynı amfideydik.

Yine kaymakam yürüyüşümü takınmıştım ki, yine şom ağızlı üst sınıftan birisi İstanbul Siyasal mezunlarının da sınava giremeyeceğini söyledi. Beyazıt kulesine çıkıp atlayalım dedim ama Saadetin izin vermedi. İstanbul Siyasal Hukuk Fakültesi’nden ayrılan bir grup Profesör tarafından 1979 ‘da Siyasal Bilimler Fakültesi olarak kurulmuştu. Oysa, yasada kaymakamlık sınavına girmek için ‘Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk’ mezunu olmak şartı koymuşlardı. Bizim okul Siyasal Bilimler olduğu için yasanın kapsamına giremiyormuş. Oysa B planımız yoktu artık. Tek alternatifim inşaat işçiliği kariyerimde yok olmuştu. Kaldık ortada.

Aslında batı üniversitelerinde Siyasal Bilimler olarak geçer. Siyasal Bilgiler diye bir bilim olur mu? Ama Mülkiye’nin ismini koyan bilimden yoksun kurucular bu ismi uygun görmüşler. İlk mezunlar yasayı değiştirmek için çaba harcadılar ama Mülkiye’lilerin hakim olduğu bürokrasi direniyordu. Bu durumda bizim okul ismini kurucu hocalarımıza ihanetle, çaresizlik içinde ‘Siyasal Bilgiler’ olarak değiştirdi ve böylece mezunlar kaymakamlık sınavlarına girebileceklerdi.

Artık kaymakam olabilecektim ve hemen kaymakam yürüyüşümü yeniden takındım. Yürüyüşüm o kadar değişti ki yıllar geçtikçe devlet bürokrasisinin içinde bu yürüyüşü sürdüremeyeceğimi anladım. Zaten sınava girsem bile alınma şansım çok zayıftı. Vazgeçtim bu sevdadan.

Siyasal’da aynı sınıfta birlikte okuduğumuz arkadaşlarımızın bir kısmının yıllar sonra devlet bürokrasisinde çok büyük bir ağırlığı oldu ve hala da devam etmektedir. Bu dönemde bizim sınıftan bakanlar, bakan yardımcıları, Emniyet Genel Müdürü, müsteşarlar, milletvekilleri, onlarca vali, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay ve Yüksek Seçim Kurulu üyelikleri ve üst bürokratik yönetici olarak çok önemli görevler aldılar. Muhafazakar olmayan kesim ise özel sektörde, sanatta, gazetecilikte önemli başarılar elde ettiler. Yıllar geçtikten sonra Türkiye için ne kadar önemli ve tarihi bir sınıfın öğrencisi olduğumuzu daha iyi anlıyorum.

Okul sonrası da birbirimizden hiç kopmadık. Son dört yıldır, her yaz üniversite yıllarımın sonsuz dostları ve aileleriyle Marmaris-Selimiye’de bir hafta tatil yaparız. Bir hafta boyunca saatlerce sohbetler ederiz. O bir haftada birbirimize doyamadan ayrılırız. Bizim kurduğumuz dostlukları, çocuklarımıza da taşıyoruz güzel dostluklar sonsuz olsun diye.

İlk tatilde ‘birbirinizi buldunuz bizi unuttunuz’ diye sitem eden hanımlara Numan ‘siz bizim varlık günlerimizin dostlarısınız, bunlar ise yokluk günlerimizin dostları’ diye yanıt vermişti. Galiba 35 yıllık dostluğun sırrı da buradaydı.

(acikgazete.com)