Sanki dünyanın en sağlam toprağında yaşıyoruz.

Sanki hiç deprem yaşamadık.

Sanki bütün depremler başkalarının başına geldi!

Bizim değil, başkalarının...

17 Ağustos 1999 sabahı o büyük felakete biz uyanmadık!

Marmara Depremi de sadece bir kâbustu!

Aradan tam 12 yıl

geçti.

Hiç mi bir şey değişmez?

Hiç mi ilerleme olmaz?

Hiç mi ders alınmaz?

Hiç mi tedbir alınmaz?

Aylarca süren deprem programlarında alınması gereken önlemler anlatıldı.

Bilim adamları başımıza gelebilecekleri anlatmaktan bıkmadı.

Her an hazırlıklı olmamız gerektiğini, deprem bölgesinde yaşadığımızı binlerce kere tekrarladılar.

Sonuç:

Deprem vergileri toplandı, deprem sigortaları yapıldı.

Devlet, hükümet anında deprem bölgesine ulaştı...

E, o zaman soruyorum:

“Yunus niye öldü?”

Hiç mi birşey değişmez?

Saatler boyunca o çukurun içinden gözlerimizin içine bakan Yunus niye

öldü?

Ecelin almadığı Yunus’un canını kim aldı?

Neden oraya küçük bir hastane kurulmadı?

Ha, o çok uzun iş!

Peki Yunus neden hemen Erzurum’a gönderilmedi? İç kanama riski mi yoktu?

Neden?

Bugün dördüncü gün.

Hâlâ çadır kavgası yapılıyor.

Üç gecedir hâlâ o soğukta sokakta yatanlar var.

Her yerden çığ gibi yağan yardımlar ulaştırılamıyor.

Hatta, “Göndermeyin” diyorlar, “bizde var.”

Hani? Nerede?

Neden bu insanlar, “Buraya hâlâ kimse gelmedi” diyor.

Hiç mi bir şey değişmez?

17 Ağustos depremi, kâfirleri cezalandırmak içindi!

23 Ekim depremi İlahi adalet!

Hiç mi bir şey değişmez?

Ben size söyleyeyim;

Yine bir şey değişmeyecek.

Bir müteahhit hapse atılmıştı; bütün vicdanlar temizlenmişti ya!

Bakalım bu depremin günah keçisi kim olacak?

Şimdi televizyonlarda deprem programları başlayacak. Hükümet alınması gereken önlemleri sıralayacak.

Belki bu arada deprem vergisine zam yapacak.

Yaralar yavaş yavaş sarılmaya başlanacak...

Günlük hayatımıza döneceğiz.

Ta ki, yeni bir büyük depreme

kadar!