O gün geldi nihayet...

Mina’yla Poyraz yarın okula gidecekler...

İlk kez bir okulun havasını teneffüs edecekler...

Gidecekleri yer anaokulu...

Ancak bugün onları götüreceğim anaokul, benim sıralarından geçtiğim okulum olunca, durum olabildiğince egzantrikleşiyor benim adıma...

Hafta içinde kayıt işleri için okula annesiyle giderken onları da götürmüştük...

Okulun önündeki büyük “Meşale”yi gördüğünde annesi fotoğraf çekmeye başlamıştı...

Ben biraz uzakta durup, yaşamı dondurup beynimde fotoğraflamaya çalışmıştım...

Sessizce izlemiştim çocukları...

Yaşamıma damgasını vuran, ilkokuldan başlayıp, lisenin sonuna kadar kalbimin üzerinde taşıdığım, lacivert ceketimin üst cebine nakşedilmiş TED Koleji arması orda duruyordu işte...

Mina’yla Poyraz’a ‘Merhaba’ diyordu...

***


Kim bilir içinden ne söylüyordu “Meşale” o anda bana?..

- “Seni okuttum yıllarca... Şimdi de sıra çocuklarına geldi..” mi diyordu?..

Sessizliğin sesi vardır...

Birbirimize baktık sessizce bir süre...

Kimseciklerin bilmediği binlerce sırrımızı konuştuk o birkaç saniyede...

84 yıllık “arma” vakur duruyordu...

Kendinden emin fakat alabildiğine sevecendi...

Ona baktım... Gözlerimle konuştum onunla...

“Yavrularım sana emanet Meşale” dedim...

“Bilge”ce gülümsedi...

“Merak etme...” dedi; “Seni yetiştirdiğim gibi yetiştireceğim yavrularını...”

*****


ÇOCUĞUNUZ SİZİN YAŞADIĞINIZ KORKULARI YAŞAMAMALI!..

Eylül geldi, yarın birçok okulda eğitim başlıyor...

Bir kısmında da önümüzdeki pazartesi başlayacak...

Uzun zaman, “Öyle mi yapsak böyle mi yapsak” diye düşündük durduk...

Çocuk dediğiniz kendi yavrunuz...

Kendiniz için göstermediğiniz özeni “onlar için göstermek istiyorsunuz...”

Arada bir “Onu da öğrensin, bunu da öğrensin” diye hırs yapıyorsunuz...

Sonra duruluyor, “Biz okulda öğrendiklerimizi ne kadar hatırlıyoruz ki?..” deyip, bilgece bir tutum takınıyor “Nasıl mutlu olacaksa orada okusun” diyorsunuz...

***


Bu zikzaklar ve gelgitler içinde, karşılaştığınız hırslı bir anne sizi, “Benim çocuğum da çok okusun, çok şey öğrensin... Her şeyi hatmetsin...” duygusuna sürüklüyor...

Sonra hayata daha bilgece bakan bir ebeveynle karşılaşıyorsunuz...

- “Benim çocuklarım okulda çok mutlular” deyiveriyor...

O zaman da okul boyunca derslerde yaşadığınız gerilimler, sınavlarda yaşadığınız tedirginlikler aklınıza geliyor...

- “Benim çocuğum da bunları yaşayacaksa yaşamasın?..” diye kendinize kızıyor ve kararınızı yeniden gözden geçiriyorsunuz...

***


Kendi aldığınız eğitimin, “korkutucu ve geren” yüzüyle, “rahat ve mutlu bir eğitimin”, istikbali meçhul bırakan belirsizliği içinde tahteravalli oynuyorsunuz...

Bir o yana bir bu yana savrularak karar vermeye çalışıyorsunuz...

Sonra bir gün hayatınızda yaptığınız tüm iyi şeylerin en önemli özelliğinin ne olduğunu hatırlamaya başlıyorsunuz...

“Sevgi...”

Bir şeyi sevmişseniz, severek yapmışsanız o şeyde çok başarılı olduğunuzu hatırlıyorsunuz...

Başarının ve mutluluğun tek yolunun, “sevgi” olduğunu fark ediyorsunuz...

Çocuğunuzun severek girdiği her alanda başarılı ve mutlu olacağını anlıyorsunuz...

Sevmediği ve içselleştirmediği hiçbir alanda da “başarı”nın gelmeyeceğini, mutlu olamayacağını hissediyorsunuz...

***


Yeni başlayan okul süreci, aslında anne babaların yeniden eğitime başlamaları sürecidir...

İçimizde kalmış duygularla yüzleştiğimiz günlerdir...

Kendinizi hayat karşısında ne kadar yetiştirmişseniz, olgunlaştırıp, bilgeleştirmişseniz, çocuğunuzun eğitimiyle ilgili kararları da o yönde veriyorsunuz...

İhritaslarınız ve hırslarınız ne kadar azgın ve açsa, çocuğunuzu da “aynı açlıkla tetikliyorsunuz...”

Buna karşın hayat karşısında ne kadar yenilmiş, törpülenmiş ve bıkkın hissediyorsanız, “çocuğunuzun eğitiminde de o kadar bıkkın ve karamsar” bir tutum içine giriyorsunuz...

Vurdumduymazlığı benimsemişseniz çocuğunuzla ilgili kararlarda vurdumduymaz, hırs ve ihtirastan vazgeçmemişseniz yarışmacı ve gergin, yenilmiş ve törpülenmişseniz “keyfe keder bir eğitim”, olgunlaşmış ve bilgeleşmişseniz “mutluluk merkezli” bir tarzı benimsiyorsunuz...

Çocuğunuzun eğitimi, aslında kişiliğinize tutulan bir “ayna...”

Pamuk Prenses öyküsünde kötünün timsali cadı aynanın karşısına geçer ve sorar:

- “Ayna ayna söyle bana... En güzel kim bu dünyada?..”

Ayna cevap verir:

- “Sizsiniz prensesim...

Aynanın yalan söylediği Pamuk Prenses hikayesinin sonunda ortaya çıkar...

Bizlerin aynasının gerçek cevabı, “çocuklarımız ileride mutlu olup olmadıklarında ortaya çıkacak...”

Yoksa herkes çocukları için en iyisini yaptığını zannediyor...

Öykünün sonunda aynaya bakmak lazım!..

O zaman ne diyecek “ayna” bakalım?..

*****


KENDİNİZİ YÜKSELTMEK İSTİYORSANIZ...

Kendinizi yükseltmek istiyorsanız, hemen başkalarının yükselmelerinde nasıl yardımcı olabileceğinizi düşünün...

Kendi amaçlarınızı gerçekleştirmek istiyorsanız, derhal başkalarının amaçlarına ulaşmakta nasıl yardımcı olabileceğinizi düşünün...

Buna yakınınızdaki küçük şeylerle, başkalarına kendinize davranılmasını istediğiniz gibi davranarak başlayabilirsiniz...

Adalet ve iyiliksever bir çevrede yaşamanın temel koşulu budur...

***


Hayatta aniden işsiz kalabiliriz, evliliğimiz bitebilir, dostlarımızın ihanetine uğrayabilir, bir yakınımız tarafından terk edilebiliriz...

Bunu çok ciddi bir olay gibi değerlendirebileceğimiz gibi, küçük bir şey olarak da görebiliriz...

Bunda nesnel bir standart yok...

Örneğin bir yerinizi üç santim kadar kestiniz diyelim...

Bu yara derin bir yara mıdır, yoksa hafif bir sıyrık mı?..

Nazik duyarlı bir genç kız, böyle bir olayda ortalığı bir hafta telaşa verebilir...

Buna karşın iriyarı, kuvvetli ve sporcu bir delikanlı kesiğin farkına varana kadar yara kendiliğinden iyileşir...

Nazik bir genç kızın davranışını mı yoksa, güçlü kuvvetli sporcu delikanlının rolünü mü üsleneceğimiz tamamıyla bize kalmıştır...

***


Eğer sonsuz genişlikte bir zihne sahipseniz, olayları her zaman doğru bir perspektife oturtabilirsiniz...

Vakt-i zamanında güçlü kuvvetli bir kral, meclisine ve bakanlarına üç soru sordu:

- “Bu dünyadaki en önemli insan kimdir?..

En önemli şey nedir?..

İşlerin yapılacağı en önemli an ne zamandır?..”

Hiç kimse doğru düzgün bir cevap veremedi kralın sorusuna...

Bunun üzerine kral bir gün kılık değiştirip halkın arasına karıştı...

Uzak bir yere varınca, geceyi geçirmek üzere yaşlı bir adamın evine sığındı...

***


Gece yarısı dışarıdaki gürültüye uyandığında, kanlar içinde bir adamın yaşlı adamın evine doğru koştuğunu gördü...

Adam ona, “Peşimde birileri var... Beni tutuklamaya çalışıyorlar...” diyordu...

Yaşlı adam kaçan adamı evine aldı...

Kral uyuyamayacak kadar korkmuştu...

Az sonra iz sürerek koşa koşa eve gelen askerleri gördü...

Askerler yaşlı adama, “yoldan geçen birini görüp görmediğini” sordular...

Yaşlı adam, “bilmiyorum” dedi, “Burada benden başka hiç kimse yok...”

***


Bunun üzerine askerler oradan uzaklaştı... Kovaladıkları ve gizlediği adam ise, birkaç teşekkür sözcüğü söyleyip, yaşlı adamın evinden ayrıldı...

Yaşlı adam adamın arkasından kapıyı kapatıp uyudu...

Ertesi sabah kral yaşlı adama; “Yaralı adamı eve alırken hiç mi korkmadın?.. Başına korkunç dertler açabilirdi... Bu yaptığın hayatına mal olabilirdi... Ve sonra da adamın öylesine gitmesine izin verdin... Neden ona kim olduğunu bile sormadın?..” diye çıkıştı...

Yaşlı adam sakince cevap verdi:

- “Bu dünyadaki en önemli insan, tam karşında durup senden yardım isteyen insandır...

En önemli şey, ona yardım etmektir...

En önemli zaman ise, o andır... Yardım etmekte bir an bile gecikmemelisin...”

(Modern Dünyada Kadim Bilgelik; Konfüçyüs kitabından)

(Vatan gazetesinden alınmıştır)