MUSTAFA KÖKER

LONDRA

Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen ‘Genç Transatlantik İnovasyon Liderleri Programı’na Birleşik Krallığı temsilen katılan Murat Aydemir ile inovasyonu ve Brexit ile sarsılan Birleşik Krallığın mevcut durumunu konuştuk.

-Bir Türk Vatandaşı olarak İngiltere’yi resmi bir programda temsil etmenizden gurur duyduk, tebrik ediyoruz. İngiltere’ye gelişiniz nasıl oldu?

2016 yılında Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı’nın her ülkeden az sayıda genç lidere verdiği prestijli Chevening Bursu ile University of Warwick’te inovasyon ve girişimcilik üstüne master yapmak için İngiltere’ye geldim. Bu esnada önce mücevherat sektörü ve e-ticaret sonrasında da sosyal medya üzerine akademik ve pratik çalışmalar yaptım.

-Pek çok iş denemiş ve değiştirmişsiniz geçtiğimiz bir yıl içinde anlaşılan?

Evet, öyle oldu. 6 yaşımda köy ilkokulunun önünde elma şekeri sattığım günden beri kendimi bir girişimci olarak tanımlıyorum. Girişimci demek girişken, deneyen, imkanları fark edip değerlendiren kişi demek. Ben de piyasada bir açık olduğunu hissettiğim anlarda insiyatif almaktan çekinmiyorum. Başarılı olup olmayacağınızı Allah bilir, ancak başarılı olanlar sadece yola çıkmaya cesaret edenlerdir.

-Amerika’da katıldığınız program hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

ABD 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Avrupa’yı tamir etmek ve Sovyet Rusya’nın etkisini sınırlandırmak için German Marshall Fund isminde bir fon ve örgütlenme kurdu. Bu fon, Türkiye’de bilhassa Amerikan yardımlarının zirveye çıktığı Adnan Menderes döneminde popülerlik kazandı (Marshall Yardımları). Benim seçildiğim Genç Transatlantik İnovasyon Liderleri Programı (Young Transatlantic Innovation Leaders Fellowship Program - YTILI) da 2016 yılından itibaren uygulanmaya başlanmış yeni bir program. Amaç olarak Avrupa’dan kendi ülkelerini etkileme potansiyeline sahip genç girişimcileri seçip; Amerika’daki iyi politikaları kendileriyle paylaşıp yine bu ülkede iş partnerleri edinmeleri ve böylece karşılıklı olarak Amerika-Avrupa ilişkilerinin inovasyon ve ticaret üzerinden gelişip entegre olması hedefleniyor. Programda önce bir haftaya yakın başkent Washington DC’te hükümet yetkilileri ile görüştük ve Amerikan Devleti’nin inovasyon ve girişimciliğe bakışını ve politikalarını dinledik biz de kendi ülkelerimizdeki uygulamaları Amerikalılarla paylaştık. Sonrasında gruplara ayrılarak şehirlere yerleştirildik. Benim grubuma Amazon, Microsoft, Boeing, Starbucks gibi firmalara ev sahipliği yapan Seattle düştü. Burada da daha çok üniversite, girişimciler, yatırımcılar yani ekosistemin tüm paydaşları ile tanışma fırsatı bulduk. Program bir yıl boyunca devam edecek ve bahar aylarında Berlin’de yapılacak bir etkinlik ile nihayete erecek. Yıl boyunca fellow olarak takip ettiğimiz bir ajandaya ve ABD’nin bizler için kurduğu özel bir networke sahibiz.

-Bu programa seçilmeniz nasıl oldu?

Oxford Üniversitesi networkünde dolaşan davetiye mailini çok sevdiğim bir hocam benimle paylaştı; başvuru süreci uzun ve rekabetçiydi. Tıpkı bir master programına veya doktoraya (PhD) başvurur gibi niyet mektupları, referanslar, mülakatlar… Bunun yanında programa bir proje veya halihazırda devam eden işiniz ile başvurabiliyorsunuz.

-Projenizden biraz bahsedebilir misiniz?

Gelecek ay önce Warwick’te sonra da University of Cambridge’te yayın hayatına başlayacak olan Popilicity, grup aidiyeti merkezli, populariteye dayalı bir sosyal medya platformu. Böylece belli bir aidiyeti paylaşan herkes (aynı okuldaki öğrenciler aynı sektörde çalışanlar, aynı kökene sahip kişiler misal Londra’daki Hintliler) bir ortak duvar üzerinden birbiri ile iletişim kurabiliyor. Bu esnada da en çok puan kazanan en popüler içerik ve kişiler öne çıkıyor ve networkün doğal liderleri belirleniyor. Bu sayede bir bölgedeki en popüler işletmeler, esnaflar, insanlar, markalar ve ürünler ortaya çıkıyor.

-Katıldığınız bu programdan sonra ABD’nin inovasyon ve girişimcilikte bu kadar başarılı olmasını siz nasıl analiz edersiniz?

Gözlemlerime göre Amerika’yı bir süper güç ve dünyanın teknoloji - inovasyon merkezi haline getiren belli başlı gelişmiş yanları var. Kısaca bunlara değinmek gerekirse;

-İnsanlar risk almaktan çekinmiyorlar, başarısız olmak utanılacak saklanacak bir şey değil; bilakis insanların takdir ettiği, övündüğü ve yatırımcıların duymaktan memnun olduğu bir tecrübe göstergesi adeta bir gazilik madalyası gibi.

-Amerika’da San Francisco ve Seattle gibi teknoloji ve girişimcilik merkezlerinin temelinde kaliteli araştırma üniversiteleri yatıyor. Bu üniversiteler teori ile pratiğin buluştuğu öğrenci ve akademisyenlerin icat ve yenilik yapmak için adeta yarıştığı ve desteklendiği harika bir ortama ve tabii ki finansal kaynaklara sahipler. Tüm bu hareket, enerji ve gelişim, üniversitelerin başının altından çıkıyor yani.

-Bu şehirlerin bir merkez olarak ortaya çıkıp yükselmelerindeki bir diğer önemli faktör de o ekosistemleri besleyen ve cazibe merkezi haline getiren teknoloji devi şirketler oluyor. Örneğin San Francisco desem bir çırpıda Facebook, Apple, Twitter, Uber, Google sayabilirsiniz. Bu işletmeler tüm dünyadan en başarılı profesyonelleri kendisine çekiyor ve böylece bir şehirde toplanan yetenekli insanlar arasından insanlığı ileriye taşıyacak iş fikirleri elbette kolaylıkla ortaya çıkıyor.

-Ayrıca ABD Federal Hükümeti’nin çok güzel bir uygulaması var. Devlet yapacağı tüm mal ve hizmet alımlarında ciddi oranda bir kotayı KOBİ dediğimiz küçük işletmelere yani girişimcilere ayırıyor. Yani örnek olarak devlet diyor ki yeni bir askeri tesis yapacağım ama bunun %40’ını küçük işletmelerden bekliyorum. O zaman teknoloji üreten, inşaat sektöründe olan, catering ile ilgili yeni ürünler geliştiren vs. pek çok küçük ve yeni işletme de bu ihaleye katılarak işin bir ucundan tutuyor ve para kazanabiliyorlar. İhale sistemleri şeffaf, sertifikası olan herkes tüm diğer teklifleri de görerek iş almaya çalışabiliyor. Ayrıca sigorta sistemleri var iş teslim edilemezse ne girişimci hapislerde sürünüyor ne de devlet bir zarara uğruyor. Aynı sistem içerisinde kadınlara, engellilere ve azınlık statüsündeki etnik kökenlerden gelen dezavantajlı guruplara yönelik de pozitif ayrımcılık yapılıyor.

-İngiltere’nin bu konudaki eksikleri veya dezavantajları neler sizce?

İngiltere’nin kültürü; sakinliği, dinginliği, risk almamayı aşılıyor insana. İnsanların, hiçbir şey yapamasalar devlet yardımlarıyla hayatlarını sürdürebildikleri, yaşamın aheste ve roman tadında aktığı bir yeşil ülke burası. İşin kötü yanı başarısızlık İngiltere’de çok kötü karşılanıyor. Kredi notunuz düşüyor, prestijiniz bitiyor. Dolayısıyla insanlar kolay kolay risk almak istemiyorlar.

-Bir Türk vatandaşı olarak Birleşik Krallığı temsil ederken nasıl hissettiniz kendinizi? Bu nasıl bir deneyimdi?

Öncelikle Birleşik Krallığa ve bu güzel ülkedeki vergi mükelleflerine karşı müteşekkirim. Geçen yıl aldığım burs ile ülkenin en iyi üniversitelerinden birisinde tam burslu okuyup, hatırı sayılır bir aylık harçlık ile ülkeyi keşfettim ve kendimi geliştirme imkanı buldum. Dolayısıyla Birleşik Krallığı temsil etmekten veya bu ülkenin vatandaşlarının menfaatine olacak girişimlerde bulunmaktan memnun oldum. Bununla beraber elbette ben bir Türk vatandaşıyım, beni bu yaşa getiren bir ülkem var ve Nuri Bilge Ceylan’ın tabiriyle yalnız ve güzel ülkeme karşı derinden bir sevgi ve bağlılığım da var. Dolayısıyla program boyunca Türkiye adına veya onun faydasına da çalıştım gönüllü olarak; notlar tuttum ve yakında bir rapor hazırlayarak ilgili bakanlıklar ile paylaşmayı diliyorum. İnşallah bir faydası dokunur.