İngiltere’nin Essex bölgesindeydim. Londra’nın güney doğusunda Leigh on Sea kasabasının merkezinde. 

Karşı kaldırımda bir hanım bana el sallıyordu.  Dikkatle baktığımda, kadının kestane renginde, esen rüzgârda uçuşan ve omuzuna varan cılız ve seyrek saçlarını gördüm. Kadıncağız rüzgâr biraz daha kuvvetli esmiş olsa uçtu uçacak kadar zayıftı. Bana doğru yürümeye başladı. Yaklaşınca tanıdım. Gözleri yeşil, teni sütlü çikolata renginde, bir altmış beş boylarında, elli yaşlarında, çekik gözleri gülünce kapanıveren Vasfiye Teyze idi bu kadın. Selamlaştık, annemin arkadaşıydı, hatta Fatmana adındaki kan kanseri arkadaşımı da tanıyordu. Hemen oracıkta boş olan banka oturuverdik. Sarıldık, sevgi dolu kucaklaşmayla.

Vasfiye Teyze ile konuşurken hiç durmak istemiyor insan. Kadife gibi sesi var. Bana, ‘Kızım, yurt dışında olunca hiçbir ilin farkı yok! 81 il de Sivas bize, 81 il de Adana, Urfa, Samsun bize... Vatanımızın her karışı bir. Bakma, doğduğumuz yerleri anlatıp dursak da ondan başka yere sahip çıkmıyor gibi tafralar atsak da her yanı aynı bize. Bunun ne demek olduğunu vatanından ayrı kalan bilir, kalmayana anlatamazsın’ diyerek konuşmasına başladı. Bense, başımı aşağı yukarı sallayarak onun dediklerinin doğruluğunu teyit ediyordum adeta.

Biliyor musun Türkiye’de İngiliz, Almancı diye çağrılan bizler, sadece anaya babaya kardeşe değil, oysaki doğup büyüdüğümüz yerdeki taşa, toprağa, kokladığımız güle bile hasretiz. Sığdır sığdırabilirsen yüreğine ülkenin özlemini ve bu özlem içindeki bizleri. Ülkesinde “Almancı” ya da “İngiliz”, yurt dışında ise “yabancı” olarak görülen bizi. Unutmadan söyleyeyim; geçenlerde iki kişinin sosyal medyada yazışarak atışmasına şahit oldum. Biri dedi ki: ‘Hak ediyorsunuz’, diğeri ise ‘Söyletme bana, 10 liraya sattığınız şeyi 100 liraya bize satıyorsunuz, sırf yurt dışından geldik diye. Sesimizi çıkartmadan alıyoruz bizde. Bari bize bunları yapmayın.’ Bak ikisi de ülkemin insanı. Buna benzeri Kuşadası’nda bizim başımıza gelmişti. 

Yıl 2001, Kuşadası’nda merkezdeki pazarı geziyoruz. Annemin sac üzerinde yaptığı gözlemenin kokusu burnuma gelir gibi oldu. Kokuya doğru yürüdüm. Kalabalıktı, iğne atsan düşmezdi. Bir sıcak vardı ki anlatamam. 20 kişilik bir kafileyle gelmiştim, içlerinde tek Türk bendim. Gerçi öyle yanmıştım ki benim Türk olduğumu bilemediler. Buldum gözleme yiyenleri. Benim bildiğim çökelekli, maydanozlu olurdu, benim insanım muzlusunu yapıyordu. Baktım millet elinde yediklerini ballandıra ballandıra anlatıyor. İyice yaklaştım. Ayrıca üç aylık hamileydim. Sacın bir tarafında bir teyze gözlemeleri çeviriyor, diğer tarafında ise geniş bir hamur tahtasında genç bir gelin hamur bezelerini açıyor, bir başka teyze de leğendeki hamurdan yumaklar yapıyordu. Sonra bu gelinle hamurları yumak yapan hanım teyze yer değiştirdiler. Üzerlerinde Antalya’da yörüklerin giydiği şalvar, başlarında oyalı yarım şekilde örtülmüş yazmalar vardı. Arada bir birbirlerinin terini havlu ile siliyorlardı. Diğer tarafta ise 25-30 yaşları arasında kara göz kara kaş, esmer bir delikanlı ödemeleri alıyordu. Birden ‘Gözlemeye gelin, gözlemeye. Bunları bulamazsınız bir yerde, hele böylesini. Asda’dan, Aldi’den daha ucuz, hem de taze taze.’ diye bağırmaya başladı. Almanca söyledi ama İngiliz’lerde anladı sanki. En azından bizimkiler güldü. O sırada orada olan bir Türk bey ne kadar olduğunu sordu; ona ‘1,5 milyon’ dediler. Gözlemenin fiyatını yedikten sonra soran bizimkilere ise İngilizce olarak ‘2,5 milyon’ dediler. Bizimkiler dediğim İngiliz ailemdi. Delikanlıya döndüm; ‘Neden farklı fiyat uyguluyorsunuz?’ dedim. Delikanlı neye uğradığını anlamadı, beni de yabancı sanmıştı. Şaşkınlıktan fal taşı gibi olan gözleriyle ‘Ablam çaktırma, parayı anca öyle kazanıyoruz. Sen bizdenmişsin sana ikramımız olsun, bir tane de sen ye. Sakın çaktırma ablam’ dedi. ‘İyi de biri benim kaynım, biri görümcem, diğerleri de gelinler torunlar.’ dedim.  Bu sefer bizim delikanlı kömür gibi oldu. Ben ona, o da bana baktı. Sonra ben yürüdüm. Bizimkiler ne olduğunu sordu. Üzülmesinler diye hayatımın en beyaz yalanını anlattım. ‘Gözleme hamurunun tarifini istedim, vermeyince bozuştuk’ dedim.  Bizimkiler de beni değil gözlemeciyi tuttular. 

Yine bir gün babam dört saate pil taktırmış 20 milyon vermişti, bense bir saate aynı parayı vermiştim. Hatta aynı mekânda. Annem, ‘İki kuruşun hesabını yapmayın, yolunuza bakın.’ derdi bize. Biz de hep annemin yolundan gittik. 

Vasfiye Teyze birden durdu ve  ‘Annen nasıl, Fatmana nasıl?’ dedi. ‘Annem iyi de Fatmana’nın cenazesine yetişemedim. Biz hiç mi yetişemeyeceğiz? Teyzeciğim, ölürsem vasiyetimdir, beni annem babam neredeyse yakınına gömün. Vatanıma götürün! Olur mu?’ dedim. Sonra devam ettim: “Varsın Ayşe Teyzeler, Mehmet Amcalar gelmiş’ yerine ‘Almancılar, İngilizler gelmiş’ desinler. Bu benim insanım! Biz de bu vatanın evlatlarıyız. Beni vatanıma gömün!”

Vasfiye Teyze bana, ben de ona baktım. Islanan göz pınarlarının ardından, başımı okşayarak, ‘Beni de vatanıma gömün kızım’ dedi.

Bizi vatanımıza gömün, ama vatanımız ve insanlık için yapacaklarımızı yapmadan değil! Henüz değil!