Van’dan bindiğim uçak İstanbul’a indi.   Zamanda yolculuktu sanki:
2 saatte 1640 kilometre değil, 1640 yıl geçmiş gibiydi.
Güveçli Köyü’nden sonra Ataköy’e geldim.
İki köy arasında iki yüzyıl vardı.
Deprem çadırından, Sinan Erdem Spor Salonu’na gittim.
Sanki bir şehir değil, birkaç asır değiştirdim.
* * *
Gazetecilik bazen bambaşka coğrafyaları, insanları, duyguları birbiri peşisıra yaşamanızı sağlıyor.
Cenazeden alıp düğüne yolluyor sizi; enkazdan çıkarıp hayata katıyor, açlığın kucağından kaldırıp bolluğun sofrasına oturtuyor.
Böyle günlerde aynı ülke içinde ayrı yüzyıllar yaşandığını daha net görebiliyorsunuz.
Kıyasladıkça canınız acıyor; isyanla doluyorsunuz.
* * *
Aylardır bekliyordum İstanbul’da düzenlenecek WTA Tenis Turnuvası’nı... Londra’daki tanıtım kokteyline de katılmıştım.
Türkiye, ilk kez bu çapta bir organizasyona ev sahipliği yapacaktı.
Bayrağı Doha’dan devralmıştık. Doha’yı izliyorduk yıllardır; dünyanın en iyi kadın tenisçileri birkaç yüz seyirciye oynuyordu.
“Bizde o kadar bile gelmez” diyenler oldu.
Organizasyonu beceremeyeceğimizden korkuldu.
Ve ne yazık ki turnuva, tam da deprem günlerine rastladı.
* * *
Gidince gördük ki, en acılı günlerinde Türkiye, zorlu bir uluslararası turnuvanın altından başarıyla kalkmış.
Her şey, alışık olmadığımız şekilde tıkır tıkır yürüyor:
Salon muhteşem... Organizasyon kusursuz... Seyirci harika...
Nereden çıktı bunca tenis seyircisi? Nasıl olup da derbi akşamında dahi salonu doldurabildi? Hayretle izleyen Batılı spor kanallarının ve gazetelerinin bile saygısını kazanabildi?
Başta Tenis Federasyonu olmak üzere turnuvayı kararlılıkla isteyen, emek veren, destekleyen herkesi kutlamak lazım.
Onların başarısı, bundan sonraki birçok uluslararası spor etkinliğinin de önünü açmış oldu.
* * *
Lakin eğer oraya Van’dan geliyorsanız gururunuz, isyana bulanıyor.
Dünyanın en iyi 8 tenisçisini Ataköy’e getirebilen ülkeyle, 8 çadırı Güveçliköy’e götüremeyen ülke aynı mı?
Sinan Erdem’in konuklarını görkemli bir şölen sofrasında ağırlayan devletle, Erciş’in arka mahallelerine bir tas sıcak çorba ulaştıramayan devlet aynı devlet mi?
Sevdiği tenisçiden imza almak için birbirini çiğneyen çocuklarla, yardım kamyonundan battaniye kapmak için itişen çocuklar, aynı milletin çocukları mı?
Neden birincilere bahşedilenlerden, ikinciler nasiplenemedi?
Neden aralarındaki asırlık mesafe bir türlü kapatılamadı?
Neden 88 yılda oluşan varlık, hakça dağıtılamadı?
* * *
İnsan İstanbul’daki başarılı bir organizasyona, Erciş’in enkazından gelince her şey gözüne bir başka görünüyor:
Biri özlediğimiz, diğeri usandığımız ülke...
Biri umutlarımızı, diğeri kaygılarımızı simgeliyor.
Sınıfının en iyisi olmaya doğru yürürken biri, yaşadıklarından ders almayan, acemi, beceriksiz bir çocuk olarak kalıyor öteki...
İkisinin aynı ülke olduğuna inanmak öyle zor ki...